Tahıl ve ekoloji*

Modern zamanlar toprak ve bileşenleriyle olumsuz yönde ilişkilidir. Topraktan ne kadar koparsa kendi ontolojisini adeta o denli güvende hisseder modern çağ. Klasik yerleşimlerin aksine topraktan ayrılışı simgeler bu durum. Böylece ‘mekanın poetikası’ gevşerken toprağın altı ve üstü beton benzeri materyallerle kaplanır. Çeliğin de devreye girmesiyle toprağın doğurma/ yaratıcı vasfı kısırlaştırılır. Modern şehrin simgesi sayılan ve içinden nehir geçen kimi şehirlere ( Londra, Prag, Budapeşte, Paris vs) kurulan aslanlı köprüler binlerce tonluk demirin çatılmasıyla oluşur. Walter Benjamin’in Pasajlar’da vurguladığı şekliyle Paris’teki Eyfel Kulesi modern zamanların en şiddetli simgelerinden birisine dönüşür.

Kapitalizmin başı dalga dalga milyonluk kentler yaratmanın şevkiyle böylece döner. Sanayileşme alır başını gider. Çevre sorunları baş gösterir. Fakat anlaşılır ki hayatın ve insanın dengesi toprakla kurulan ilişkinin niteliğine bağlıdır. Bugün dünyanın her yerinde verimli tarım alanları azalırken bu bölgeler uluslararası şirketlerin iştahını kabartır. Ayrıca nitelikli gıdaya erişmek gittikçe zorlaşır. İnsanlık tarihinde buğdayın ana besin olma vasfı bugün de önceliğini korumayı sürdürüyor fakat gen teknolojisi ile doğası bozulan buğday, mısır gibi tahıllar kitlesel sağlık sorunları üretmeye başladı çoktan. Kapitalizmin üretim- tüketim denklemi bir türlü çare üretemiyor artık. Jeopolitiğe bağlı enerji kökenli çatışmalar Rusya- Ukrayna savaşında olduğu gibi en çok tahılı tehdit ediyor. Eski çağlardan bu yana tahıl kaynaklarına hükmedenler diğer alanlara daha kolay nüfuz edebiliyorlardı. Bu bağlamda her toplumun kendi yakın ve uzak tecrübesini gözden geçirmesi gerekiyor.

Bir tarım toplumu vasfı taşıyan Osmanlı İmparatorluğu’nda gıda meselesi de ana çalışma başlıklarından biri sayılıyor bugün. Yeni nesil tarihçiler geçmişi ekolojik gelişmeler içinden yeniden okumaya meylediyorlar. Alain Mikhail, İstanbul’dan sonra imparatorluğun ikinci şehri Mısır’a odaklanarak toprak ve su ekolojisi bağlamında iktidar, ekonomi ilişkilerini yeni yorumlara uğratıyor. Ordunun ihtiyacı yanında geniş coğrafyaya yayılan nüfusun beslenmesinde stratejik öneme sahip tarımsal üretimi, Nil ve Mısır üzerinden araştırıyor. Arşiv belgelerine dayanarak İstanbul-Kahire arasında örülen akışkanlığı tarihsel çerçeveye oturtuyor. ‘Güzelliği, kudreti, bolluğu, kıtlığı, dönüştürme gücü’nü temsil eden sudan hareketle 18. yy merkezli oldukça bağlamlı bir öykü kuruyor.

Mısır’ın 1517’de Yavuz tarafından imparatorluğa dahil edilmesi aslında İstanbul’un fethinden sonraki en önemli atılımdır Osmanlı için. Mısır’ı araştırmak, bu sebepten Osmanlı’nın kalp sağlığına bakmak anlamına da gelir. A. Mikhail, metaforik bir dille ‘Mısır’ın tarihini anlamak için Mısır’ın çamurundan başlamalıyız’ diyor. Yönetim verimi bakımından gerektiğinde yerel unsurlarla çalışmaktan geri durmayan Osmanlı zihniyet dünyası, toprağın sulanması ve verimin alınabilmesi için ‘Mısırlı köylülerden yardım alma’ yoluna gidiyor. Mikhail, ‘Mısırlı köylülerle Osmanlı bürokratlarının su kullanımı ve sulama yapılarının onarım ve bakımı meselesinde ortak çaba’ harcadıklarını, ‘köylülere bilinçli bir şekilde yetki devrinde bulunulduğunu’ söylüyor. Ekoloji yönetimi açısından bu tutumun uzun süreli değişimlerin temel dinamiği olma karakteri taşımasının altını çiziyor. Bu bağlamda ‘Osmanlı hidrolojisi’ tabirini kullanması önemlidir Mikhail’in. ‘el- Cüsuru’s- Sultaniye’ belgelerinin dinamik yapısı hukuk ve hayat pratiğinin kaynağı olarak da öne çıkıyor hep.

Mercimek, buğday, mısır, pirinç gibi Mısır’da sulu tarım vasıtasıyla üretilen gıdaların ‘erken modern doğal kaynak yönetimi açısından’ oluşturduğu öykü, ‘Nil, Mısır’ı bir uçtan bir uca, denizi köye bağlayan devasa bir otoyol gibi’ nasıl bağlarsa, Osmanlı deniz ilişkisini de öyle örer Alan Mikhail’e göre. ‘Gemiler olmasaydı Mısır, Osmanlılar tarafından asla fethedilemez ve İstanbul’dan yönetilemeyecek kadar uzak bir bölge olarak kalırdı’ görüşü dikkate alındığında suyun boyutu daha da değişir. İstanbul’u beslemek gücün beynini zinde tutmak anlamına geliyorsa, bütün bu bileşenlerin nasıl ustaca yönetilebildiği ve toprağın ve suyun ekolojik dengede bürokratik başarıyla nasıl tutulduğu önem kazanıyor. Bir de Mekke ve Medine gibi imparatorluğun manevi merkezlerinin doyurulması düşünüldüğünde konunun bir hububat konusu olmadığı daha rahat anlaşılmış oluyor.

Öte yandan Mısır’da tahıl bolluğuna rağmen bu verimi ana merkezlere ulaştıracak gemiler için gereken ahşap ihtiyacının dengeleri bozmadan karşılanmasını oldukça dikkate değer buluyor yazar. Ağaç, toprak, tuz kaynakları, ormanların korunması, ‘Akdeniz ve Nil’in çılgın sularıyla yıkılacak barajların ve setlerin yapımı’ için Anadolu’dan kereste taşınması ekolojik sistemin akışına dahil ediliyor. ‘Kalorik enerji’den dem vuran Alan Mikhail, veba gibi hastalıkların belirleyicliğini özellikle not ediyor. ‘Çevrenin bedeni’ toplumun bedenine dönüşürken toplumla imparatorluk arasındaki sağlık ilişkilerine odaklanıyor. Sonuçta tarih de su gibi akışkan bir olgudur ve onun kıvrımları devirlere göre renge ve biçime bürünür. Tarihi yeni bağlamlar içinden düşünmek isteyenler için alternatif bir okuma öneriyor Mikhail. Dahası buğdayı bir kez daha düşünmenin merkezine koyarak yapıyor bunu.

*Alan Mikhail. Osmanlı Mısır’nda Doğa ve İmparatorluk. Çev: Seda Özdil. İş Bankası Kültür Yayınları.

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum