İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Helin Sarı Ertem, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Washington ziyaretini değerlendiriyor.
YRD. DOÇ. DR. HELİN SARI ERTEM
Cumhurbaşkanı Erdoğan; Hindistan, Rusya ve Çin’in ardından bu kez Amerika Birleşik Devletleri’ndeydi. IŞİD’e karşı planlanan Rakka operasyonundan YPG’ye verilen Amerikan desteğine, Fethullah Gülen’in Türkiye’ye iadesi konusundan Reza Zarrab davasına masada tartışılması gereken bir yığın sorun vardı. Buna rağmen ilk izlenimler, görüşmenin olumlu geçtiği yönünde. Karşılıklı açıklamalar Türk-Amerikan ilişkilerinin genel seyrini bozmayacak şekilde, gerginlikten uzak ve işbirliğini öne çıkaran cümlelerle dolu. Zaten yukarıda saydığımız sorun alanlarının hiçbiri 2 saatlik bir görüşmeyle çözülecek meseleler değil. Bir kısmı detaylı askeri ve siyasi pazarlıklar gerektirirken, diğerlerinin gidişatı uzun hukuki süreçler sonucunda netleşecek. Bu nedenle 16 Mayıs’ta Washington’da gerçekleşen görüşme, öncekiler gibi daha çok sembolik düzeyde. Yenilenen Amerikan yönetimi ile birlikte, iki ülkenin birbirine verdiği önemi bir kez daha vurgulamak için yaptıkları karşılıklı jestlerden ibaret. Masada dikkat çekilen kritik konu başlıklarının gidişatı iki ülke bürokratlarının bundan sonra yapacağı görüşmeler ve her iki başkentte yaşanacak iç siyasi gelişmelerle yakından ilişkili. Rusya ile ilgili art arda sıkıntılar yaşayan Trump’ın, görevi kötüye kullanma (impeachment) iddialarıyla giderek daha çok baskı yaşaması ve bundan kurtulmak için atacağı adımlar dikkatle izlenmeli.
Tüm bunlara rağmen, Türk-Amerikan ilişkilerinin kolaylıkla altüst olmayacak bir seyri var. Her iki ülke yönetimleri birbirleriyle olan inişli çıkışlı ittifak ilişkisine ve yaşanan onca krize rağmen kopmayı göze alamıyor. Uluslararası sistem içindeki kalibreleri aynı olmamakla birlikte, hem Türkiye’nin hem de ABD’nin birbirine farklı açılardan ihtiyacı var. Bunun bilincinde olan rasyonel siyasetçiler, karşılıklı (ama en çok da Türkiye tarafından) dile getirilen yüksek sesli, popülist tepkilerin daha çok iç kamuoyunu tatmine yönelik olduğunun farkında. Bu nedenle de içeride yaşanan tüm gürültü patırtıya rağmen, ilişkileri belirli bir düzeyin altına düşürmemeye çalışıyorlar.
Türkiye’nin son bir haftadır Washington’a yaptığı, üst düzey isimlerden oluşan diplomatik çıkartma da bunun kanıtı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyareti öncesinde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Büyükelçi İbrahim Kalın ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın bir hafta öncesinden Washington’da kurmaya başladıkları temaslar iki ülke ilişkilerindeki mevcut sorun alanlarına dair Türkiye’nin tezlerini daha iyi anlatabilme ve olumlu bir mesafe kat etme amaçlıydı. Bu temasların önemli bir kısmı Suriye’de IŞİD’in kalbi sayılan Rakka’ya yapılması planlanan askeri operasyonla ilgili. Bilindiği üzere ABD’nin operasyon planı YPG ağırlıklı. Son haftalarda YPG birliklerine verilen askeri desteğin artırılması, hatta Türkiye’den gelecek tüm itirazlara rağmen Trump yönetiminin ağır silah yardımını onaylaması, YPG’ye verilen önemin göstergesi. Suriye Demokratik Güçleri (SGD) içindeki yapılardan biri olan YPG, Ankara için PKK’dan farklı değil, hatta onun doğrudan bir uzantısı. Türkiye’yi şaşırtan nokta, ABD’nin bir yandan PKK’yı terör örgütleri arasında kabul ederken, diğer yandan onun Suriye kolu saydığı YPG’ye nasıl olup da destek verdiği. Oysa bu, ulusal çıkar odaklı Amerikan politikalarının sadece yeni bir yansıması ve hiç de şaşırtıcı değil. Türkiye’nin itiraz hakkı elbette saklı ama bu itiraz ne kadar sonuç getirir, orası meçhul.
VEKALET SAVAŞLARI
Amerikan dış politikası pragmatizmi ile ünlü, özellikle de ulusal güvenliğini doğrudan etkilemeyen konularda. Obama yönetimi bu nedenle uzun bir süre IŞİD’i bir ulusal güvenlik tehdidi olarak kabul etmedi. Örgüt Suriye’deki faaliyetlerine 2011 yılında başlamasına rağmen, ABD’nin IŞİD’i hedef listesine koyması 2014 yılı sonlarını buldu. Bu politika değişikliğinde belirleyici olan IŞİD’in 2014’te Batı başkentlerinde saldırılar düzenlemeye başlamasıydı. Kanada’da, ABD’de ve AB üyesi ülkelerde peş peşe yapılan eylemler Washington yönetimi üzerinde IŞİD’e karşı artık kayıtsız kalınmaması yönündeki iç ve dış baskıları artırdı. Washington’un durumun ciddiyetini kavramasında şüphesiz IŞİD’in 2014 Haziran’ında Musul’u, bir ay sonra da Suriye’de Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Kobani kantonunu ele geçirmesi, dolayısıyla bölgedeki Amerikan çıkarlarını tehlikeye atması da etkili oldu.
Obama yönetimi bölgeye sınırlı da olsa müdahale ederek IŞİD’in gerilemesini ve mümkünse yok edilmesini sağlamayı hedefledi. Bunun için seçtiği yöntemse, Batılı askeri ve akademik çevrelerde, “surrogate ya da proxy warfare” olarak özetlenen vekâlet savaşları oldu. Vestfalyan düzenin alt üst olduğu, egemenlik ve toprak bütünlüğü gibi temel ilkelerin muğlaklaşmaya başladığı, devletler kadar devlet dışı silahlı aktörlerin de etkin birer uluslararası güç olmaya çalıştığı günümüz dünyasında, yaşanan bir dış politika krizine doğrudan müdahale ilk seçenekler arasında değil artık. ABD ve Rusya gibi büyük güçler kadar Türkiye, İran ve Suudi Arabistan gibi bölgesel güçler de ilk etapta yerel aktörler üzerinden yürütülecek bir savaşı tercih ediyor. Farklı yerel aktörleri uzaktan kumanda ederek sonuç alınmaya çalışılan bu savaş tipinde müdahil ülkelerin insan ve para kaybı riski, doğrudan bir savaşa göre oldukça küçük. Bu yöntem, söz konusu aktörlerin ulusal ve uluslararası imajında yaşanacak yıpranma ihtimalini azaltıyor.
ABD işte bu nedenle Suriye’de YPG güçlerine destek olmakta. Bölgede güvenebileceği ve kendisine vekil tayin edebileceği tek yerel güç olarak seküler, Kürt savaşçılardan oluşan YPG’yi havadan insanlı ve insansız araçlarla, karadan ise Amerikan özel kuvvetleri eşliğindeki silah ve mühimmatla destekleyerek, kendi siyasi ve askeri amaçlarına ulaşmaya çalışıyorlar. ABD’nin bu yöntemi Soğuk Savaş boyunca çeşitli ülkelerde komünist rejimleri düşürmek/zayıflatmak için kullandığı bilinse de askeri çevrelerce özellikle Afganistan ve Irak fiyaskoları sonucunda daha popüler hale getirildiği göze çarpmakta. İstenmeyen rejimleri devirmek sadece 1-2 aylarını alırken, asıl meselenin yeni bir rejim tahsis etmek ve kalıcı istikrar sağlamak olduğunu anlamış durumdalar. Bu nedenle de artık bilmedikleri coğrafyalarda, anlayamadıkları kadar çok mezhepsel ve etnik yapıyı idare etmek yerine, bu görevi en azından sahada, bu işi daha iyi bilen birilerine aktarma niyetindeler. Bununla birlikte, Suriye’deki öncelikli hedefin rejimi devirmek değil, “ortak düşman” olarak tanımlanan IŞİD ile mücadele olduğunu belirtmek gerek. ABD bugün Suriye’de devlet dışı silahlı bir aktörü (YPG) kullanarak, bir başka devlet dışı silahlı aktörü (IŞİD) saf dışı bırakmaya çalışıyor.
Dolayısıyla YPG, Rusya-İran-Esad ortaklığındaki yapı ile ABD arasında tampon işlevi gören, güvenilir ve yerel bir müttefik olarak kabul edilmekle birlikte ABD için son derece pratik bir amaca da hizmet etmekte: IŞİD sorunundan hızlıca ve mümkün olan en az zararla kurtulmak, sınırlı bir askeri angajmanla Amerikan kamuoyunun tepkisini çekmeden bu tehdide karşı kayıtsız kalmadığını göstermek. Bu noktadan sonra, ABD için geriye Türkiye gibi kendi ulusal güvenlik kaygıları devreye giren bölgesel müttefiklerle belirli bir uzlaşma noktasına ulaşmak kalıyor. Bu da çeşitli pazarlık unsurlarının masaya yatırılması demek. Trump yönetimine yakın isimlerden Cumhuriyetçi Mary Beth Long’un başkanlık seçimlerinden hemen sonra verdiği bir mülakatta, Türkiye’nin kısıtlı da olsa bir pazarlık şansı olduğunu vurgulaması önemliydi. Dolayısıyla YPG’nin yerel askeri bir aktörden, uluslararası meşruiyet sahibi, siyasi bir aktöre dönüşmesini engellemeye çalışan Ankara’nın elinde de birtakım kozlar var.
KÜRT SORUNUNA ÇÖZÜM
Genelkurmay Başkanı Akar eşliğinde ABD’de yapılan temaslarda, askeri seçeneğin devrede olduğu biliniyor. Hatırlarsak Türkiye, Fırat Kalkanı Harekâtı’nı da askerlerimizin Suriye’de bir başka şekilde yer alabileceğini belirterek tamamlamıştı. Dolayısıyla, Türkiye Washington’da, YPG seçeneğini saf dışı etmek için Türk askeri unsurlarının kullanılacağı, alternatif bir Rakka operasyonunu gündeme taşımış olmalı. Bu teklifi Pentagon etkisi altındaki Trump yönetiminin nasıl değerlendireceğine dair somut bilgiler henüz elimizde yok ancak konuyla ilgili Rusya’nın da desteğini aldığı anlaşılan ABD, büyük ihtimalle Türkiye’ye bir takım güvenceler vererek, YPG seçeneğinde ısrarcı olacak. “YPG’ye dağıtılacak olan ağır silahları Rakka operasyonu sonrasında geri alacağız” sözü bu güvenceler arasında. Eğer bu sözü inandırıcı bulursak ABD’nin Kürtleri kendi politik amaçları için nasıl araçsallaştırdığını bir kez daha görmüş olacağız. Bu durumda YPG’nin Suriye’de ve Barzani yönetiminin de Irak’ta ulaşmaya çalıştığı bağımsızlık ideali ileri bir tarihe ertelenecek. Bununla birlikte, Kürt sorununun barışçıl yollardan çözümü, Türkiye’nin ABD ile ilişkilerden bağımsız okuması gereken bir mesele olmaya devam etmekte. Kürt sorunu iç ve dış siyasette Türkiye’nin yumuşak karnı olduğu müddetçe adı PKK, YPG ya da başka bir örgüt olsun, yeni nesiller geleceğe karamsar bakmaya devam edecek, çünkü akan kan durmayacak. Eğer Türkiye bu sorunu büyük güçlerin ve bölgesel rakiplerin elinde bir silaha dönüşmekten çıkartmak istiyorsa, Kürt sorununa kalıcı, demokratik çözümler bulmak; askeri değil, siyasi seçenekler geliştirmek zorunda. Hukuk ve demokrasi standartları yüksek, ekonomik ve bilimsel anlamda atılımlar yapmış bir Türkiye, bu sayede etrafında olup bitene reaktif yanıtlar vermek yerine, önemli bir cazibe merkezi olacak ve olayların gidişatını belirlemede daha etkin bir rol oynayacaktır.