Netameli yerlerde dolaşmak...
Halk Bankası’nın genel Müdür yardımcısı Hakan Atilla ABD’de tutuklandı, yargılandı, hüküm giydi, hapis yattı ve döndü.
Neler düşünüyorduk Atilla’nın yargılandığı günlerde?
Rıza Sarraf davası başımıza büyük işler açabilir. Halk Bankası’na yaptırım gelebilir. Birkaç milyar dolarlık bir ceza...
Halk Bankası’nın dolarla işlem yapması yasaklanabilir. Hatta başka bazı Türk bankaları da aynı muameleye tabi tutulabilir.
Bu, ekonomimiz için altından kalkılması güç bir yük olabilir.
Tabii ki Rıza Sarraf’la bazı devlet yetkililerinin yüz göz olması, akçeli işlere girmeleri sıkıntılı.
ABD’deki mahkeme bu ilişkileri de ortalığa saçıp dökebilir.
Bu da siyasete ağır bir darbe olur.
Böyle düşünüyorduk.
Olmadı bir şey.
Bütün hikayenin içinde, dahli ya hiç olmayan ya da çok az olan Hakan Atilla üç yıla yakın hapis yattı. (Geçmiş olsun Atilla’ya.)
Mevzu derin dondurucuya koyuldu. Şu anda etkisiz.
Endişeler yatışmış görünüyor.
Ceza geldi gelecek diye el ovuşturmalar da yatıştı.
Demek ki, uluslararası ilişkilerde seçenekler ‘ya herrü ya merrü’den ibaret değilmiş.
Rusya’yla Türkiye arasındaki S 400 alışverişinde de yine ABD kaynaklı benzer bir gerilime şahit olduk.
Amerikalılar, geldiler, gittiler. Bizimkiler gittiler geldiler.
Nerden aldık şu S 400’leri? Ne yapacağız şimdi?
Amerika yaptırım uygulayacak, kaçışımız yok.
S 400’leri almasak mı?
Ama aldık bir kere, şimdi Rusya’ya karşı ayıp olur.
Alıp başka bir ülkeye mi konuşlandırsak?
Alıp hurdalığa mı atsak?
Eli kulağında, ABD yaptırım uygulayacak. En hafifini uygulasa bile imanımız gevrer.
Aldık S 400’ü. Parçaları da geldi, monte ediliyor.
Trump kabahati Patriotları satmamakta ısrar eden Obama’nın üstüne attı. Bize hak verdi.
Kongre’de yaptırım eğilimi var ama Trump ayak sürüyor.
Muhtemel bir yaptırıma bir ay öncekinden çok uzağız.
Şimdi Amerikalı diplomatlar Türk yetkilileri S 400’leri operasyonel hale getirmemeye ikna etmeye çalışıyorlar.
Yani kıyamet kopmadı.
Bardak yere düştü, ama kırılmadı.
Demek ki, o kadar da değilmiş!
Türkiye’nin ekonomi yönetiminde bir temel ihtilaf konusu var.
Faizler.
Yüksek mi olsun, düşük mü olsun?
Faiz düşük olunca döviz fırlar.
Enflasyon da fırlar.
Hayır! Faiz düşük olunca, enflasyon düşer.
Döviz de düşer.
Hadi düşür bakalım faizi, bak dövizi tutabiliyor musun?
Tabii ki bu iki karşıt görüş iki farklı ekonomik tezin dışarıya yansıyan tarafı.
İkisinin de arkasında kendi izahları var.
Dövizi yüksek faizle kontrol etmek şeklindeki özetleyebileceğimiz birinci görüş daha ‘mektepli’ görünüyor.
Ötekiyse, sanki biraz alaylı.
Yeni Merkez Bankası Başkanı geçen hafta faizi 4,5 puan düşürdü.
Sert bir hamle. Ya da bana öyle geldi.
Dolar, şöyle bir silkindi, sonra yerine oturdu.
Fazla gürültü patırtı yok.
Demek ki...
Dedikleri kadar değilmiş.
Biliyorum, ekonominin asıl sorunu para ve faiz düğmelerini şu veya bu yöne çevirivermekle ilgili değil.
Daha derin, daha esaslı.
Ve ekonominin tümünü kavrayan doğru adımlar atılmazsa düğmelere basmak hiçbir şeyi çözmeyecek, kabak hepimizin başına patlayacak.
Ama en azından ‘yüzeydeki oyun’da ‘alaylı’ taraf haklı çıktı.
Demek ki uluslararası ilişkilerde ve ekonomide her şey kopkoyu siyah ve kopkoyu beyazdan ibaret değilmiş.
Çeşit çeşit gri tonlar da varmış.
Burada bahsi geçen vakaların Türkiye lehine sonuçlanması her zaman bütün işlerde dört ayak üstüne düşeceğimiz anlamına gelmiyor.
(Mesela Rahip Brunson krizinde papazı vermeden yakayı kurtaramadık.)
Bazen işler ters gider.
Sürekli netameli yerlerde dolaşmak devleti de milleti de yorabilir.
Gerçi biz alıştık gerilime, 5-6 senedir başımıza gelmeyen kalmadı.