‘İsa’nın dönüşü
İslam’ı doğru mu anlıyoruz? Kur’an-ı Kerim’i doğru mu anlıyoruz? Nasıl anlarsak doğru anlamış oluruz?
Böyle sorular tabii ki kıymetli sorular. Sorulması lazım. Cevaplarının araştırılması lazım.
Bulunur mu bu soruların cevapları?
Birçokları bulmuş.
“İşte budur” diyenler var.
“Bu değildir” diyenlerin sayısı “İşte budur” diyenlerin sayısından az değil.
Soruyu soranların zihninde bir cevap olduğu durumlarda böyle bir sorudan kuşkulanabilirsiniz.
“Ben doğru anlıyorum fakat siz yanlış anlıyorsunuz.”
Bir de, Kur’an’ı doğru anlayıp anlamadığını sorgularken acaba kendilerine mi çeki düzen vermek istiyor insanlar, yoksa Kur’an’a mı?
Kendisini mi tashih etmek istiyor, Kur’an-ı Kerim’i mi?
Yani soruların içtenliği önemli.
Yine de seviyorum böyle soruları.
Cevaplarını da önemsiyorum.
Peygamberimiz bugün yeryüzüne gelseydi nasıl davranırdı?
Veya biz nasıl davranırdık?
Dinler miydik Peygamberimiz’i?
Yoksa niye geldi, nereden icap etti diye rahatsızlığımızı mı izhar ederdik?
Sorunun saçma bir tarafı var. Geldi Peygamberimiz. Öğreteceklerini öğretti. Vazifesini tamamladı. Tekrar gelmeyecek.
Ama tefekkürle de yükümlüyüz.
Kendimizi sorgulamamız lazım. Etrafımızda olan bitenleri sorgulamamız lazım.
Peygamberimiz’den sonra çok devirler geçti. Acı tatlı çok hadiseler yaşadık.
Birbirimizle döğüştük çekiştik. Birbirimizin kanını döktük.
Dünyamız genişledi. Mağrip’ten maşrık’a kadar sayısız kültürle hemhal olduk.
Hadiselerin akışı içinde bazen iyi niyetle bazen kötü niyetle, dini yeniden yorumladık, yeniden şekillendirdik.
Yeniden tesis ettik.
Tek bir tane de değil, birçok yeni mektep, meşrep, mezhep inşa ettik.
Müesseseleştik.
Şimdi, kurduğumuz mekteplerle, kurduğumuz müesseselerle mutluyuz.
Dokundurtmuyoruz. Sorgulatmıyoruz.
Sorgulayanı aforoz ediyoruz.
Ya da ‘cehennem’e atıyoruz.
Burada bir yetki aşımı var gibime geliyor. Dinin patronu gibi davranmak kimin haddine?
Bu sorular üzerinde durmayı gerektirir. Duralım fırsat buldukça.
Buraya Karamazov Kardeşler’den gelmiştik.
Dostoyevski’nin bu muhteşem eserinde kendi dünyamızdan aşina olduğumuz dini, felsefi tartışmaların birçoğunu görmek mümkün.
Romanın kahramanlarından Aleksey Fyodoroviç Karamazov (Alyoşa) manastırda yaşayan iyi bir Hristiyan. Ağabeyi İvan’ın ise kafası karışık. Soruyor, sorguluyor.
Romanın bir yerinde İvan kardeşine içini döküyor. Alyoşa’nın kafasında karşılığı olan ve olmayan bir sürü soru soruyor.
Bu arada ‘şiir’ olduğunu söylediği kendi yazdığı bir metinden söz ediyor.
Dostoyevski, manzum olarak aktarmıyor metni. İvan’ın ağzından nesirle anlatıyor.
Şiirde 16. Yüzyıl’ın Sevilla’sına geliyor İsa.
Bir gün önce Büyük Engizisyoncu’nun Kral, saraylılar, kardinaller, şövalyeler ve bütün Sevilla halkı huzurunda yüze yakın din sapığını yaktığı şehre.
“Sessizce, belirsizce girdiği halde ne garip, herkes tanıyor O’nu. Halk önüne geçilmez bir kuvvetle O’na doğru akıp çevresini sarıyor, peşinden gidiyor. Aralarından sakin, sonsuz merhamet dolu bir gülümsemeyle, kalbi sevgi, gözleri aydınlık, bilgi ve kudret nuru dolu olarak geçiyor. O’na, hatta sadece elbiselerine dokunanlara şifalı bir kuvvet saçıyor. Kalabalık içinde küçük yaştan beri kör olan bir ihtiyar “Rabbim, bana şifa ver ki seni görebileyim” diye yalvarıyor. O an gözlerindeki perde kalkıyor, kör adam O’nu görmeye başlıyor. Halk ağlayarak O’nun bastığı toprağı öpüyor.”
Güzel tasvir edilmiş bir ‘Dönüş’ hikayesi.
Gelenin ‘İsa’ olduğunu herkes görüyor. İsa’nın şifa mucizesine herkes tanık oluyor.
Peki ‘müesses nizam’ O’nu nasıl karşılayacak?
Engizisyon, ya da Kral, sen geldin artık bize gerek yok deyip İsa’ya teslim mi olacak?
Bu arada, İsa’nın mucizelerine tanık olan halk ne yapacak?
Kısmetse önümüzdeki Pazar yazısında devam edelim.