İnsanlar rakamlara dönüşmeden önce...
Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma değil, biteviye rakamlar…
242, 243, 244, 486, 487, 488, 533, 651, 117, 118, 369, 370…
İsimleriyle, umutlarıyla, hayalleriyle, gündelik telaşeleriyle, dertleriyle yaşayıp dururken, kendi evceğizinin altında kalıp ölen, bir anda isimsiz ve kimsesiz kalan insanlar.
Kim bunlar?
Artık kimse değil onlar.
Kadın değil, erkek değil.
Ölüler.
Bazılarının arkadaşı, bazılarının annesi, bazılarının oğlu, bazılarının kardeşi, babası, ablası.
Kim kimin kardeşi?
Bilmiyoruz.
Kim kimin annesi?
Bilmiyoruz.
184, 185, 186, 187...
Eğer verilen rakamlar doğruysa 50 bin insan.
Eğer rakamlar yanlışsa daha fazla.
Yetkililer niye gizlesin ki ölenlerin sayısını?
Amerika’ya karşı ayıp olmasın diye mi?
Sadece gizleme yetkilerini kullanmak için gizlemiş olabilirler mi?
Varsa yetkin, lüzumu yoksa bile kullan, yetkisi var desinler.
Ya da gizlememişlerdir. Tespit edememişlerdir.
Enkaz altında hala ölüler var. Enkaz kalkınca, yani 40 gün 50 gün, iki ay, üç ay sonra bulunabilir mi ölüler betonların arasında?
Belki bulunur.
Belki bulunmaz.
Öldüler gittiler.
Artık onlar için hiçbir şey yapılamaz.
Ölüler için yaptığımızı düşündüğümüz şeyi aslında kendimiz için yaparız.
Ölüler hiçbir şey yapamaz.
Şikâyet edemez, öfkelenemez, hele en önemlisi şu seçim zamanında oy kullanamaz.
Nutuklar dirilere atılır. Dar-ı bekada hamaset beş para etmez, hamaset de dirilere yapılır.
Diriler ölenin halini anlamaz.
Bir gece ansızın öldüler. Ansızın ölenler bir gün sonra ölenlerden şanslıydılar.
Daha az korktular, daha az acı çektiler.
‘Öyle hisab katındalar ki katilleri savcılardan sorulmaz.’
Başka kimseden de sorulmaz.
Kimseden sorulamadığı ve sorulamayacağı için, çünkü şimdiye kadar hiç sorulmadığı için, çünkü hiç kimse gerçek bir tedbir almadığı için bir gün biz de bir rakama dönüşebiliriz.
811, 812, 813, 814.
Artık nasibinizde hangi rakam varsa.
Sahipleri var mı ölülerin?
Kiminin var, kiminin yok.
DNA örnekleri alınmış gömülmeden önce. Sağ kalan olduysa aile efradından, mecali kaldıysa aramaya, yol yordam biliyorsa belki bulunur.
Ölülerin sahibinin olması önemlidir.
Dirilerin sahibinin olması daha önemlidir.
Biz, sahipsiz ölüler ve sahipsiz diriler ülkesi miyiz?
Maalesef biraz öyleyiz.
Geçenlerde ‘Rindan’ grubunun kıdemlilerinden Bayram Bey dostumuz bir şarkı sözü paylaşmıştı; baş uçlarına rakamlar yazılı bir kabir denizinin fotoğrafı eşliğinde.
“Arar bulur muydun beni/Sahipsiz mezar olsaydım?”
(Şarkının bestesi ve güftesi Yusuf Hayaloğlu’na ait. Ahmet Kaya, Müslüm Gürses güzel okuyor.)
Bir anda gerçekliğin ta kendisine dönüştü bu mısralar.
Bu vurdumduymazlık, bu ihmaller, bu politik artistlikler bizim milli vasfımızsa hepimiz potansiyel ‘sahipsiz mezar’larız.
Bir başka dostumuz (İsmini vermek isterdim. Yurtdışındayım, vakit de sorup izin almak için çok geç) şöyle bir cümle yazdı altına:
“Boşuna konuşmuyorum, Marmara’daki depremden önce öleyim, en azından cenaze namazım kılınır, Ekrem bir Yasin okur. Allah günlük itişmeyle hakikatten uzaklaşanları affetmesin.”
İtişmenin tadına doyulmuyor!
Böyle olmak zorunda değildi.
İsteseydiniz yapabilirdiniz.
İsteseniz hala yapabilirsiniz.
İnsanlar rakamlara dönüşmeden önce ne duruyorsunuz, yapsanıza.