Hıı-hıı, sizi de gördük!
70’lerde ümidimiz vardı. Dünyayı yeniden kurabileceğimize aklımız kesiyordu. Hele hele Türkiye’yi haydi haydi kurardık.
Ne kısaymış aklımız!
Hadi biz cahildik. Altından kalkamayacağımız bir yükü kaldırmaya niyetlendiğimizi bilemedik.
İslam’ın, “Tarihin akışını ahlak temelli bir sosyal düzen kurulması hedefine yöneltmeyi amaçlayan ve bütün insanlık için rehber olan öğreti” olduğunu söyleyen Fazlurrahman bir ilim adamıydı.
Sadece Fazlurrahman değil, böyle en az yüz tane alim ve mütefekkir sayabilirim.
Onlar da ümitliydi.
Yeni yeni teşekkül eden İslam Konferansı önemli bir gelişmeydi Fazlurrahman’a göre. Petrol fiyatlarının yükselmesi sayesinde Müslüman ülkeler ekonomik bakımdan güçlenecekti ve bu Müslümanların güçlenmesi anlamına geliyordu.
Ne olacaktı Müslümanlar güçlenince?
Şu anda petro-dolarları var bazı Müslümanların. Ne yapıyorlar o dolarlarla?
Hiç. Yiyorlar, içiyorlar. Avrupa’da, Amerika’da şirket satın alıyorlar, Miami’de, Kaliforniya’da villa,
Akdeniz’de yat.
Bir de Yemen’de Müslümanı Müslümana kırdırıyorlar.
Adaletten nasipleri var mı? Adil davranıyorlar mı?
Eğer Kitap’ta “Ulul emr’in her yaptığı adalettir” yazsaydı zulmü de adaletten sayabilir, adil davrandıklarını söyleyebilirdik.
Yazmıyor öyle bir şey.
Fakat biz uzun zamandır yazıyor gibi yaşıyor, yazıyor gibi davranıyoruz.
İslam, “Tarihin akışını ahlak temelli bir sosyal düzen kurulması hedefine yöneltmeyi amaçlayan ve bütün insanlık için rehber olan öğreti”ydi Fazlurrahman’a göre.
Bu öğretinin hayata geçmesini mi umuyordu Fazlurrahman?
Muhtemelen.
Aradan geçen 50 küsur yıl iki gerçeği açığa çıkardı.
Evvela, hayata geçirmeyi düşündüğümüz şeyin ne olduğu konusunda bir şey bilmediğimizi.
Bilmediğimiz gibi anlamak ve öğrenmek için çalışmadığımızı…
İyi olacaktı işte her şey. Kimseye zulmedilmeyecekti, adil olacaktık.
Kul hakkı asla yenmeyecekti.
Allah’ın kullarına, Allah’ın yarattıklarına merhametle muamele edecektik.
Kim yapacaktı bunu?
Birileri yapacaktı işte! Biz bunun için mücadele ediyorduk.
Ettiğimiz mücadele sonradan ‘birileri’nin cebine para olarak, tapu olarak, rant olarak girdi.
İkinci ve daha önemlisi samimi değildik. Değilmişiz daha doğrusu.
Biz Türkler, biz Araplar, biz İranlılar, biz Uzak Doğulular, ne kadar biz varsa hepimiz, ellerimize fırsat geçtiğinde ahlakı, adaleti, kul hakkını, merhameti terk ettik.
Terk etmeyenler vardır mutlaka.
Onların da çoğunun eline fırsat geçmedi!
Böylece, “Ahlak temelli bir sosyal düzen hedefi” pörsüdü.
Herkes kendi balonunu şişirme hedefine odaklandı.
Hayret, balonlarımızı şişirmekte hiç acemilik çekmedik.
Müfredatta yoktu böyle bir şey, sanki anamızın karnında öğrenmiştik!
Hem dersimize çalışmadığımız hem de herkesten şişman olduğumuz için sınıfta kaldık.
Dersimize çalışmadık; 21. Yüzyılda insanlığa vermeyi düşündüğümüz şeyin ne olduğunu bilmek için çabalamadık.
Herkesten şişmandık; yolsuzluk, üçkağıtçılık, haksızlık ülkelerimizde müesses hale geldi.
Buna rağmen bahsi geçen öğretinin tepesine çıkıp nutuk atmaktan da ar etmedik.
Şimdi, ahlaki olarak sıfırı tükettik.
Kendi itibarımızı tüketmekle yetinsek çok önemli olmayabilirdi, kendi kötülüğümüzle İslam’ın itibarını da tükettik.
Bizim ‘doğruluk’ dememiz, ‘Mü’min olmak güvenilir olmaktır’ dememiz artık hiç kimse için hiçbir anlam taşımıyor.
“Hıı hıı, sizi de gördük” diyor duyan herkes bıyıkları varsa bıyık altından gülerek.
Oğullarımız, kızlarımız dahil.
Peygamberimiz’in Mekke’deki lakabının “Emin” olması, müşriklerin emanetlerine bile riayet etmesi artık bizi utandırmıyor.
Mü’min olmak bize emanete hıyanet etme imtiyazı mı sağlıyor?
Allahu Teala’nın haksızlık yaptığımızda da -biz mü’min olduğumuz için- bizimle olacağını mı düşünüyoruz?
Allah hakkında büyük suizan.
Daha önce de sormuştum, tekrar edeyim.
Bu büyük tahribatın düzelmesi için bize kaç yirmi yıl lazım?
Bize dediğime bakmayın, bizden geçti artık. Evladımıza, ahfadımıza…
Kaç nesil lazım?