Hasan Aycın’ın yazısı ve çizisi
‘Yazı’ acayip bir kelime. Bir şeyi yazmak, bir bakıma yassılaştırmak, yaymak, yassılaştırmak anlamına geliyor.
Eski Türkçede ‘yassı’ ile ‘yazı’ eş anlamlıymış.
Köylerde kadınlar ‘Yufka yazarlar’ mesela. Yani hamuru oklavayla açıp ince bir tabaka haline getirirler.
‘Ova’ya ‘yazı’ denildiğini türkülerden bilmemiz lazım. Neşet Ertaş’ın “Kova kova indirdiler yazıya/Tut ettiler al kınalı tazıya” diye okumalarından.
‘Yazı’ nasıl oldu da bizim günaşırı yaptığımız ‘yazma’ eylemini ifade eder hale geldi acaba?
Anlamlar zihninde oluşuyor. Belli belirsiz şekiller halinde, hatta bazen şekilsiz.
Konuşmak biliyorsanız onu dille ifade edebiliyorsunuz.
Edebildiğiniz kadar.
Dil ile ifade ettiğiniz zihninizde teşekkül eden şeyden çoğu zaman eksiktir.
Bazen de fazladır. Bunu becerebilenler var.
‘Yazı’ zihninizde oluşan ve dil ile ifadeye güç yetirdiğiniz şeyin ‘yazı’ya, ‘yassı’ bir şeyin üzerine döşenmesi gibi bir şey.
Bir çeşit sihir aslında.
Kafanızın içinde oluştu ve siz onu resim olarak değil, kendi başlarına hiç anlamları olmayan harfler olarak bir kâğıdın üzerine ‘yaz’dınız.
‘Yazı’ fiilinin kâğıdın icadından sonra bugünkü ‘yazı yazma’nın fiili haline geldiğini düşünmek mümkün.
Nişanyan Sözlük’te ‘Çizmek’in ‘yazmak’la eş kökenli olduğu yazıyor.
Belki çizmek, bir taşa, bir ahşaba çenterek yazmaktır da iki kelimenin yolu kâğıt icat edildikten sonra kesişmiştir.
Arap dilinde kelimelerin doğuşlarından itibaren izledikleri yolu takip etme geleneği çok eskiden başlamış.
Türkçe’de çok sınırlı. Bazı kelimelerin yolunu sezginizle bulmaya çalışıyorsunuz.
İsabet edebilirsiniz.
Edemeye de bilirsiniz.
Bugün ‘Yazmak’ ve ‘Çizmek’ bahsine girmemin sebebi usta çizerimiz Hasan Aycın’dır.
Hasan Aycın, hem bir dost hem bir sanatçı.
70’lerden beri ‘çizi’yor.
Nedense onun çizdiklerine ‘karikatür’ diyemiyorum. Karikatür ‘komik’i çağrıştırdığından mı? Biraz ‘karikatür’ kaçtığından mı?
Diyene de sözüm yok. Çünkü o sanatın şöhret bulmuş olan adı karikatür.
Hasan Aycın’ın ‘yaz’madığı için ‘çiz’diğini düşünürdüm.
(Bunu vaktiyle yazmıştım. Kayıtlar’da duruyor.)
Zihninde oluşan ‘düşünce’yi çizgiye döküyorsun. Bir bakıma resmediyorsun. ‘Yazılmış’ bir kâğıt levhanın üzerine…
‘Yazmak’la ne kadar benzeşiyor. İki kelimenin eş kökenli olmaları normal, bu açıdan bakınca.
Birbirlerini, çocuklarını, hanelerini avuçlarında taşıyan bir kadın ve bir erkek.
Hasan Aycın’ın o meşhur aile çizgisi. (Şu anda gözünüzün önünde canlanmıyorsa internette arayın, bulursunuz.)
Bunu yazıyla nasıl yazarsın?
Kelimeler kullanırsın.
Yeterince kabiliyetliysen anlatmayı başarırsın.
Hasan Aycın yazı yerine çizgiyle (ya da ‘çizi’yle) anlatıyor.
Bana sorarsanız, yazının anlatabileceğinden daha iyi anlatıyor.
Bunu başarabiliyorsan niye yazasın ki?
Benim bunu yazdığım yıllarda Hasan Aycın yazmıyordu, sadece çiziyordu.
Sonradan ‘yazdı’ Hasan Aycın.
‘Müşahedat’ı hatırlıyorum. Bir kısmını doğrudan kendisinden dinlediğimiz hatıralar.
Başka şeyler de yazdı.
Fakat ben ‘çizgi’sine öyle sabitlenmişim ki ne yazdığını pek takip etmedim.
Geçen ay uzunca bir sohbet etme fırsatım oldu. O sohbetimizde yazdığı başka şeylerden bahsetti.
Bilhassa “Bin Hüseyin”den.
Kim Bin Hüseyin?
‘Nam-ı diğer Battal Gazi.’ (İz Yayıncılık.)
Battal Gazi’nin romanını yazdığını söyledi.
Ben hiç Battal Gazi romanı okumamıştım. Tamam, biliyorum, bir fikrim var Battal Gazi hakkında. Destanları da eskiden kitapçılarda satılırdı. Hasan Abi biraz anlattı. Güzel de anlatıyordu. Merak ettim. İz Yayıncılık’tan rica ettim. Gönderdiler.
‘Sahibkıran’ı da gönderdiler.
Şimdi, evde Sahipkıran’ı, ofiste ‘Bin Hüseyin’i okuyorum.
Bu kitapların bana neler düşündürdüğünü nasipse haftaya ‘yazarım.’