Caiz mi?
Bazı sabahlar yakalanıyorum. Televizyon açılmış, ekranda ‘reality şov’lardan biri var.
Aslında hoşlanmıyorum.
Hatta bir çok açıdan zararlı da buluyorum.
Arkadaşını öldürenler, komşusunu öldürenler, köylerindeki bir yaşlı kadını öldürenler, babasını, annesini, bacısını öldürenler...
Birbirlerinin, komşularının vesairelerinin namusuna musallat olan kadın ve erkekler...
Böyle şeyleri dinlemek, böyle haberlere maruz kalmak normal, sağlıklı bir insanın ruhunda bir deformasyona sebep olur diye endişe ediyorum.
Kötülükler, sadece haberdar olmakla bile etkiler insanı.
Dinleye dinleye, seyrede seyrede insanın ruhunda kirli bir tortu oluşur.
Ah! Aklıma gelmişken, bazı fetva programlarını da ‘reality şov’a çevirdiler. Kerli ferli hocalar karısı kaçmış, kocası kaçmış seyircilerin derdine çare olmak için ekranda kıvranıyor.
Bu kadar da posasını çıkarmasalar!
(Kirliliğe katkıda bulunmamak için ‘posa’ kelimesini seçtim!)
O saatlerde genellikle kitap okuyorum. Bir yandan okuduğum kitabı anlamaya çalışırken bir yandan da ekranda olan bitenlere kulak misafiri oluyorum.
Her şey çok kötü değil tabii.
Bazen, kayıp biri bulunuyor.
Kırk yıldır birbirini görmemiş olan ana-oğullar, baba-kızlar, kardeşler stüdyoda buluşuyor.
“Ah! İşte iyilik de var!” Diyorsunuz. Ekrandakilerle birlikte seviniyorsunuz.
Geçenlerde öyle beni memnun eden bir haberle karşılaştım.
Müge Anlı’nın programıydı.
Ekranda düzgün bir adam var. İsmi Feridun Altaş.
Rize’nin Çamlıhemşin ilçesinde yaşıyor.
‘R’ harflerini hafifçe yuvarlayarak telaffuz eden Hemşinlilerden.
Hikaye şöyle:
Bir Fransız dağcı, adı Philippe Tardieu, 1988 senesinde Kaçkar Dağları’na tırmanırken kaybolmuş.
Feridun Altaş’ın söylediğine göre o günlerde aranmış taranmışsa da cesedi bulunamamış.
7 yıl sonra kemikleri bulunmuş.
Aradan 20 sene geçince savcılık Fransız dağcının kemikleriyle ilgili takipsizlik kararı vermiş.
Savcılık kemikleri bir müddet emanette muhafaza etmiş. Sonra da belediyeye verip defnettirme kararı almış.
O sırada Feridun Altaş konuyla ilgileniyor.
Cenazenin sahibi, yakınları bulunsun diye Fransız konsolosluğuna müracaat ediyor, Müge Anlı’nın ‘Tatlı Sert’ programına müracaat ediyor.
Savcılığın kararından haberdar olunca Belediye Başkanı’na diyor ki, “Bizim burada belediye mezarlığı yok, herkesin aile mezarlığı var. Bana verin, ben defnedeyim.”
Gerekli müsaadeyi almayı başarmış. Kemikleri alıp, evinin yakınındaki aile mezarlığına İslami usullere göre defnetmiş.
Mezar taşına Fransız dağcının adını, doğum ve ölüm tarihini yazmış, altına da “Ruhuna Fatiha” demiş.
Bir başka taşa da olayın hikayesini tafsilatlı bir şekilde yazmış.
Adam o kadar güzel konuşuyor ki... “Once insan” diyor üstüne basa basa. Hemşinliler’in ‘r’leri gibi ‘c’leri de biraz değişiktir. “Bugun benim misafirum” diyor, “Ailesi gelip kemukleri alsa bile, o toprak onundur, oyle kalacak. Ben kendime de onun yukarısına mezar yeri yapmişum, Allah inşallah oraya nasip eder.”
Bunları söylerken içinde bir heyecan var.
Gözlerinden yaş damladı damlayacak.
Herkes hoşlanıyor Hayati Taştan’ın anlattıklarından.
Bu davranışın ortalığa yaydığı ‘iyilik’ havası (bugünlerde ‘pozitif enerji’ demek daha moda) bütün stüdyoya yansıyor.
Hepsinin yüzleri gülüyor.
Ben de sevdim Hayati Taştan’ın temiz, saf hallerini, güzel niyetlerini, heyecanını.
Sevdim de, bir taraftan aklım bizim mollalarda.
Acaba Hayati Taştan yanılıp bir hocaya sorsaydı ne cevap alırdı?
Muhtemelen Fransız dağcı Hristiyan. Hatta belki Hristiyan bile değil.
‘Ruhuna Fatiha’ demek caiz mi?
İslami usullere göre defnetmek caiz mi?
“Allah Rahmet etsin” demek caiz mi?
Bu sorulara şu da eklenebilir:
Muhtemel fetvalardan bağımsız olarak, Çamlıhemşinli Hayati’nin davranışlarından dolayı sevinmek, memnun olmak caiz mi?