Bu kadar ayıp bir sebep
Evin yıkılmış. Nasıl olmuşsa sen sağ kalmışsın. Ne yapayım öyle sağ kalmayı? Karım, çocuklarım enkazın altında?
12 Kasım’daki (1999) depremin hemen ardından rahmetli babacığımla (Babamın rahmette olduğuna eminim, ama dilim hala alışmadı babamı anarken ‘rahmetli’ demeye) Kaynaşlı’ya gitmiştik.
Babam o gün akşama kadar cenaze namazı kıldırdı. Ben de babama uydum. Er kişi niyetine, hatun kişi niyetine. Biri gidiyor, biri geliyor.
Ölüm, ucuzluyor. Ölüm yaklaşıyor herkese, dokunuyor. Ölüm, alıyor herkesi. Sakin kendi halinde bir mahallede bir amcanın, bir teyzenin ölmesi, anılarının anlatılması, dostlarının üzülmesi, insanların sakin sakin “İyi biliriz” diye tezkiye etmesi, “Helal olsun” diyerek helalleşmesi gibi değil. Ölümün mebzul olduğu fiyatının hiç olduğu bir can pazarı bu. Bir mevtanın namazını kıldık, kabre koyduk. Bir delikanlı dikildi kabrin başına. Perişan. Belki o da enkazdan çıkmış. Arkadaşı her halde, ya da kardeşi. Sesi kulaklarımda, sokakta karşılaşmışlar da konuşuyorlarmış gibi “Ahmet” dedi, “Şimdi ben senin yattığın yerde yatsaydım, sen benim yerimde olsaydın, daha iyi olmaz mıydı?”
Öyle bir sağ kalmak.
Nasıl olmuşsa kendini enkazdan dışarı atmışsın.
Ne yapacaksın dışarıda?
Evin yok, ocağın yok, yoldaşın yok.
Ertesi gün gitmiş, oğlunun, kızının cenazesini almayı başarmışsın.
Nasıl bir başarmak?
Arabanın bagajına koymuşsun.
Ya da motosikletinin önüne, kefeniyle birlikte.
Nasıl bir yük bu?
Var mıydı aklında böyle bir şey, arabayı satın alırken?
Eve mi gidiyoruz?
Ev yok ki?
Ya da kabristana.
Nasıl bir sağ kalmak bu?
Beş yıllık, on yıllık, yirmi yıllık aralarla gelen, yıkıp geçen, bizlerin de siyasetçilerimizin de inat edip ders almadığı büyük felaketler.
Allah ıslah etsin siyasetçileri.
Bizi de ıslah etsin.
Ölümün ucuzladığı felaketin başka türlüsünü otuz küsur yıl önce açlığın her gün yüzlerce kişiyi öldürdüğü Somali’de görmüştüm.
Her sabah kamyonetler sokaktan topluyordu yardım için gelen un ve pirinçlerin boşalmış çuvallarına sarılıp sokağın iki yanına bırakılan sadece kemik ve deriden ibaret ölü insanları.
Çoğu çocuk cesetleri. O kadar hafiftiler ki…
Aynı yer yüzünde yaşayan başka insanlar çok yediği, bir kısmı çılgınca yemekten, çılgınca içmekten öldüğü için ölüyordu bu insanlar.
Zenginler kazançlarının aslan payını silahlara ayırdığı için.
Kozmetiğe, lüks tüketime ayırdığı için.
Bu garip, çaresiz, siyah insanlar yerel, bölgesel, uluslararası hakimiyet kavgalarının arasında kaldığı için.
Siyasete de ideolojiye de lanet ettiğim gündü o gün.
Hele bugün, ideolojilerin menfaat tezgahlarında fay hattının üstündeki tren raylarından daha fena yamultulabildiğini, alemin yamultulmuş ideolojiler çöplüğü haline geldiğini gördükten sonra…
Hiç itimadım kalmadı.
Öyle mahirler ki dini bile yamultabiliyorlar!
Fay hattı, malzemesinden çalınmış binalar, bilim adamlarını dinlemeyen idareciler, imar izinleri, imar afları, eyyamcılıklar, açgözlülükler, tamahkarlıklar, kurnazlıklar…
Say hepsini, sonunda ulaşacağın toplam, insanların bir kısmının, insanların bir başka kısmının cebine daha çok para girmesi için ölmesidir.
Bu kadar sefil, bu kadar ayıp bir sebep.
Hepimiz üzgünüz.
Üzgün olmamız gerekiyor.
Fakat, afetin yakıp yıktığı insanların yerle gök arasını dolduran acılarının yanında üzgün olmak nedir ki?