Bir ‘mürted’in hikayesi
11 Eylül saldırıları biz Yeni Şafak’ta manşet toplantısındayken oldu.
Pencere tarafındaki televizyon açıktı, olan biteni görüyorduk.
Önemli bir haberdi.
Genel yayın yönetmenimiz Selahattin Sadıkoğlu “Sürmanşetten verin” dedi.
“Abi bu sayfaya bundan başka haber girmez” dediğimi hatırlıyorum.
Daha toplantı bitmeden bir başka uçak ikiz kulelerin ikincisine saplandı.
Selahattin Abi de beni teyit etti, Türkiye’deki gazetelerin çoğu gibi biz de 11 Eylül saldırılarını tam sayfa yaptık.
Büyük bir hadise. Kim yapabilirdi ki bunu?
Dünyada böyle bir organizasyonu yapacak teknoloji ABD’den başka kimsede var mıydı?
Hala insanların kafasında soru işaretleri vardır.
Ama genel kabul el-Kaide’nin yaptığıydı.
ABD’nin Irak’ı ve Afganistan’ı işgal politikaları bu kabul üzerine bina edildi.
Hollandalı siyasetçi Joram van Klaveren üniversitede ‘din bilimleri’ bölümüne 11 Eylül 2001 Salı günü başladığını söylüyor.
Bir dönüm noktasıydı 11 Eylül.
İslam, en vurgulu şekilde o günlerde terörle irtibatlandırıldı.
‘İslamofobi’ dediğimiz hastalık zaten mevcuttu ama o günden itibaren salgına dönüştü.
Bu iyi bir haber sayılmazdı Müslümanlar için.
Dünyanın her yerinde sizi bir önyargı karşılayacaktı.
Önce savunma yapmanız, İslam’ın bir terör dini olmadığına insanları ikna etmeniz gerekecekti.
Şöyle teselli buluyorduk.
Bu şiddet haberleri bir merak da uyandırabilir.
Bazı insanlar Müslümanların neden oraya buraya saldırdığını anlamak isteyebilir ve anlamaya çalışırken İslam’la karşılaşabilir.
Eğer iyi bir insansa zahmet eder, araştırır, İslam’ın batı dünyasında tedavül eden İslam algısının yansıttığından hatta ‘İslam dünyası’ dediğimiz dünyadaki fiili durumun düşündürdüğünden farklı bir gerçeklik olduğunu idrak etme imkânı bulabilir.
Bu tabii ki istisnai bir durumdur.
Birkaç hafta önce arkadaşım Mustafa Karaalioğlu Mana Yayınları’nın bastığı Joram van Klaveren tarafından kaleme alınmış ‘Mürted’ adlı kitabı bana uzattığında ilgiyle kapağına baktım. Kitabın alt başlığı bahsettiğim iyimser seçeneğin bir defaya mahsus da olsa gerçekleştiğini düşünmeme sebep oldu.
Alt başlıkta “Sekülerleşme ve Terör Zamanlarında Hristiyanlıktan İslam’a Geçiş” yazıyordu.
Kitabın adı “Mürted.”
Aslında burada “hidayet” yerine geçiyor.
Hayır çeviri yanlışı değil. Bilhassa Hollandalı okurlar için doğru bir adlandırma. Bende yazımın başlığında bu kışkırtıcı kelimeyi kullandım.
Sonuçta okunmaya değer bir hikayeydi, oturdum, okudum.
Kitabın girişinde şöyle diyor Klaveren:
“Bazı faktörler öğrencilik yıllarımdan itibaren ‘temellendirme’ sürecinde ve İslam’ı okumaya ve sınıflamaya başlamamda etkili olmuştur. Enteresan bir şekilde benim din bilimleri bölümüne başlamam 11 Eylül 2001 Salı gününe denk gelmektedir. Bu an yakın tarihin önemli ve korkunç bir anıydı ve son zamanlarda İslam’la ilgili her konu açısından çok belirleyici bir kesitti. Peşi sıra Madrid’deki istasyona yapılan saldırı, Beslan’daki okula saldırılar, Theo van Gogh’un öldürülmesi, Londra metrosunda bombalı saldırılar da benim öğrenimim sırasında gerçekleşti.
Bütün bu olaylar ve o dönemdeki tartışmalar Klaveren’i iflah olmaz bir İslam karşıtı haline getirmiş.
Klaveren 1979’da Amsterdam’da doğmuş. Ailesi Protestan’mış. Gençliğinden beri farklı inanç sistemlerine merakı varmış. Din, Tanrı inancı, evrenin yaratılışı gibi hayati konularda çok fikir yürütmüş.
“Teleolojik Tanrı kanıtı evrenin belirli bir amaç ya da tasarım sergilediği fikrine dayanır. Bu elbette bir tasarımcıyı var saymaktadır. Evrenin ince ayarı olarak adlandırılan belirli bir düzenin varlığını tekrar eden fenomenlerde görmekteyiz. Örneğin gezegenlerin güneş etrafındaki döngüsünü, yerçekimi ve elektromanyetizmin işleyişini düşünün. Bu anlamda örnekler o kadar dikkat çekicidir ki Stephen Hawking gibi keskin bir ateist bile “dikkat çekicilik”ten ve “kesinlik”ten söz etmiş hatta “ayarlamak” fiilini kullanmıştır. İngiliz ateist filozof Anthony Flew de “tasarım”ı görmüş ve hatta ölümünden birkaç yıl önce Tanrı’nın teleolojik kanıtına ikna olmuştu. DNA ve mikrobiyolojinin geldiği nokta üzerine ve halen devam eden araştırmalardaki bulgular Flew’ün Tanrı’nın varlığına ilişkin görüşlerini gözden geçirmesine yol açmıştır. Ona göre “Hücre öylesine indirgenemez bir karmaşıklığa sahip ki yaşamın ilk biçimi asla kendiliğinden bir süreçle yaşam olmayandan kaynaklanamaz.”
Kitabının başlarında bu kabil felsefi yaklaşımları tartışıyor Klaveren.
Sonra İslam inancı hakkındaki gel-gitlerini ve ulaştığı neticeyi anlatıyor.
Anlattıklarına inşallah haftaya bakarız.