Bari çıkıp bir aşr-i şerif okusaydı
Deprem anında nasıl davranmamız gerektiğine dair çalışmaları pek mühimsemezdim.
Çökmek, kapanmak, tutunmak… Hayat üçgeni oluşturmak, deprem çantası yapmak, içine su, düdük gibi lüzumlu malzemeler koymak, deprem durduğunda derhal toplanma alanlarına koşmak…
İyi şeyler bunlar… Tabii öğrenmekte fayda var.
Ama oturduğum ev üstüme çöktüğünde düdük çalabilecek kadar sağ kalabilecek miyim?
Afette acil yardım organizasyonlarının nasıl yapılacağına dair tatbikatlara da kulak asmazdım.
2019’da bir tatbikat yapmışlar. Hem de Kahramanmaraş’ta. Tatbikatta herkes vazifesini yapmış. İçişleri Bakanı Soylu’nun o günkü beyanına göre “Sağlık Bakanlığı 5 dakika, Çevre ve Şehircilik Bakan Yardımcımız 15 dakika, diğer çalışma grupları da üçü hariç 25 dakika içinde” afet mahalline intikal etmiş.
Çok güzel. Lüzumlu. Yapsınlar.
Fakat deprem gerçek olunca, saat 04:17’de kimse intikal edemedi. Ya da intikal etmesi gerekenlerin çok azı o da gecikerek intikal edebildi.
Yani hayatın gerçekleri tatbikata benzemeyebiliyor.
Yetkililerin, asıl yapılması gerekeni yapmaya niyetli olmadıkları için afete müdahale konusuna yoğunlaştıklarını düşünüyordum.
Neydi asıl yapılması gereken?
Depremi önleyemezsin. Deprem zamanı gelince olacak. Ama insanların yaşadıkları evlerin içinde enkaz altında kalıp ölmesini önleyebilirsin.
Nasıl?
Görevini yaparak.
Vatandaşlarını, fay hattına ev yapmamaya icbar ederek.
‘İcbar’ biraz kaba mı oldu?
Ama insanların göz göre göre ölmesi daha kaba, daha kötü, daha acı değil mi?
Bir şey biliyorlarsa bunu yapsınlar.
Asıl yapılması gerekeni yapmak, emek isteyen, kararlılık gerektiren bir iş. Oldukça da maliyetli.
Ama yıkılmış bir ülkeyi, yıkılmış bir milleti imar etmek çok daha maliyetli. Hesap bilenler yüz milyarlarca dolardan bahsediyor.
Depremden sonra iyi organize olursan ancak birkaç yüz kişiyi kurtarabilirsin diyordum.
Kahramanmaraş depreminden sonra bu konudaki düşüncelerim kısmen değişti.
Depremin ardından millet olarak, devlet olarak iyi organize olmak benim düşündüğümden daha önemliymiş.
İyi organize olabilseydik birkaç yüz kişiyi değil binlerce kişiyi, şimdi kurtardığımızdan kat kat fazlasını kurtarabilirdik.
Şaşırdı idarecilerimiz. İlk saatlerde kilitlenip kaldılar.
Afetin büyüklüğünü, sebep olduğu yıkımın boyutlarını kavrayamadılar.
Koordine olamadılar.
5 dakikada, 25 dakikada bulunmaları gereken yere ‘intikal’ edemediler.
Sayısız insan enkaz altında donarak ya da açlıktan, susuzluktan öldükten sonra, yani onlar için artık geç olduktan sonra yetişebildiler.
Bunu başarabilmek bir tecrübe, bir koordinasyon kabiliyeti gerektiriyor.
Sadece kabiliyet yetmez. Afet yönetimiyle ilgili bir birikim de gerektiriyor.
Türkiye’de afetlere acil müdahale konusunda en yetkili kurum AFAD.
AFAD’ın Afetlere Müdahale Genel Müdürü İsmail Palakoğlu’nun özgeçmişi ilk günden beri tartışılıyor.
Tahsili ilahiyat.
Kariyerini daha çok Diyanette yapmış.
Yüksek lisansı tasavvufla ilgili. Seyyid Osman Hulusi Efendi’yle ilgili bir kitabı var. Anladığım kadarıyla hanım tarafından aileyle akraba.
Şu söz Osman Hulusi Efendi’ye ait:
“Nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilme.”
Güzel söz. Keşke herkes dinlese…
Yani Palakoğlu’nun afetlere müdahaleyle ilgili bir tecrübesi, bir müktesebatı bulunmuyor.
Depremin ardından en çok görünmesi gereken yetkili olarak hiç ortalıkta görünmedi.
Bari çıkıp bir aşr-i şerif okusaydı, bir va’z u nasihat etseydi.
Afet müdürü olarak aşir okusaydı münasebetsizlik olurdu değil mi?
Aşiri başkası da okuyabilir, senin vazifen afete müdahale.
AFAD’a müdür olarak atanması da bir çeşit münasebetsizlik olmuş.
Depremdeki koordinasyon krizini tek başına Palakoğlu’na bağlamak doğru olmayabilir.
Ama bir yönetim ilkesi olarak ‘liyakat’ konusundaki umumi gevşekliğimize bağlamak münasiptir.