Din-bilim tartışması: Herkes kendi yoluna
Din ile bilim arasındaki ilişkinin nemenem bir ilişki olduğu, çok eski zamanlardan beri tartışılır. Bu tartışmanın yarattığı yüksek gerilim Ortaçağ Hıristiyan dünyasında sayısız insanın da canına mal olmuştur. Bizim eski dünyada ise -sözgelimi- dünyanın hareketsiz olduğuna inanmak, Abdülkâhir el-Bağdâdî tarafından, Ehl-i Sünnet’in ittifakla kabul ettiği hakikatler arasında anılmış, aksi görüşü savunmak ise “Lüzûm-ı küfür bile küfürdür” demekle eşdeğer bir yaklaşımla “Allahsızlık, Materyalistlik” sayılmıştır. Hâlbuki din ve bilim birbirinden ayrı/apayrı iki alandır. Din her şeyden önce bir inanç ve kabul işidir. Gerçi dinî fenomenlerin rasyonel, toplumsal, bilimsel sonuçları olabilir; ancak bunların söz konusu sonuçlardan herhangi birine indirgenerek izaha çalışılması doğru değildir. Kaldı ki -Carl Sagan’ın deyişiyle-, din bizden sağlam kanıtların bulunmadığı durumlarda bile çoğu zaman sorgulamadan inanmamızı ister. Bilim ise hiçbir şeyi salt inancımıza dayanarak kabullenmememizi, öykü ya da anlatı niteliğindeki kanıtları reddetmemizi bekler. Bilim açısından derinlemesine kuşkuculuk temel bir erdemdir. Din ise kuşkuculuğu manevi gelişmenin önünde bir engel olarak görür. Bu yüzden, yüzyıllar boyunca bu iki alan birbiriyle çatışmıştır. Bilimsel alandaki buluşlar dinsel dogmalara karşı gelmiş, din de kendi dogmaları açısından tedirgin edici bulguları görmezlikten gelmeye ya da bastırmaya çalışmıştır.
***
Evet, din ve bilim hem kuralları ve normları hem de amaçları itibariyle birbirinden farklı iki ayrı alan, iki ayrı mecradır. Bu iki alanın kendilerine özgü ilkeleri ve yöntemleri vardır. Bu yüzden birinin diğerine karıştırılmaması veya birinin diğeri uğruna gözden çıkarılmaması lazım gelir. Aksi halde zihin dünyamızda çözümü çok güç ikilemler belirir. Bize göre din-bilim ilişkisinde, kompartımancılık ve çifte hakikatçılık en sağlıklı yaklaşım olarak görülebilir. Bu yaklaşıma göre din ile bilim, nitel olarak birbirlerinden ayrı iki hakikat sistemini temsil eder. Din daha ziyade varlıkla ilgili büyük sorulara cevap verme, bilim ise akıl sayesinde özerk tabiat düzeninden fiziksel ve beşeri dünyaya yön verecek ilke ve yasaları çıkarma işlevi görür. İkisi arasında ilgi/ilişki olmadığı için, çatışma da olmaması gerekir. Belki bu noktada din ile bilimin birbirini az çok tamamladığından söz edilebilir. Fakat burada söz konusu olan tamamlayıcılık, kutsal metnin içinde değil, bu metnin sık sık göndermede bulunduğu dış dünyada aranmalıdır. Sözgelimi, insanoğlunun yaratılış itibariyle muhteşem bir eser olduğunu anlayıp kavramak için, Kur’an vahyinin ilk muhataplarınca çıplak gözlem yoluyla tanınıp bilinen nutfe, alaka, mudga gibi basit ve yalın anlamlı lafızlardan sözde mucizevi manalar çıkarmaya çalışmak yerine, embriyoloji, fizyoloji ve anatomi gibi bilim dallarındaki uzmanlardan brifing almak herhalde daha isabetli olur. İnancımıza göre Kur’an’ın da kâinat ve tabiat kitabının da sahibi Allah’tır; bu yüzden iki kitap arasında özsel bir ihtilaf olamaz; fakat bu iki kitaptan her biri farklı amaçlar taşıdığı için bunları birbirine karıştırmamak, dolayısıyla kendisini dinî-ahlâkî bir rehber (hüdâ) diye nitelendiren Kur’an metninde bilimsel veriler aramamak gerekir.
Kaldı ki bilim hidayet ve manevi hakikati aramakla uğraşmaz. Bu yüzden onun buluşları ve gerçekleri Kur’an ayetleri ile aynı geçerliliğe sahip olamaz. Bilim bir sorun çözme girişimidir; verili bir model ve dünya görüşü içinde problemleri çözmek için geliştirilmiş bir metot ve bir tekniktir. Kaldı ki bilimsel metodun içerdiği değerden arınmış gözlem, düpedüz bir masaldan ibarettir. Zira bilimsel alanda hemen hiçbir şey dünya görüşümüz ve kültürümüz içinden süzülmeksizin kavranılamaz. Öte yandan, bilimsel verileri dinî beyanlarla doğrulamaya çalışmak, bir anlamda vahyin ontolojik statüsünün sorgulanmasına mahal verir. Bu yüzden, iki ayrı hakikatin alanlarını tedahüllü kılmak sadece Kur’an’ın ontolojik statüsünü değil, epistemolojik statüsünü de sorgulamak, sorgulandığı için de onu örselemek anlamına gelir.
***
Uzun lafın kısası, Kur’an’dan bilim okumak ve/veya Kur’an’ı modern bilim hakkında konuşturmak çok boyutlu açmazlar ve sakıncalar içerir. Karl Popper’in “Bilim tarihi doğru olduğu kabul edilen teorilerin yanlışlanmasının tarihidir” sözünü de hatırlatarak, doğa bilimlerinde kesinliğin olmadığını, hatta en güvenilir bilgiyi sağlasa dahi kanıtlanamaz durumda olmasından dolayı modern bilimlerin ve içerdikleri verilerin mutlaklık değeri taşımadığını, dolayısıyla bu vasıftaki verileri dinî alanda istihdam etmenin son derece problemli olduğunu özellikle vurgulamak gerekir. Bilimsel bilgiler/veriler mutlak doğruluk değeri taşımadığı içindir ki modern dönemde insan aklının ürettiği hiçbir bilgi “emin olmak” anlamındaki kadim “bilgi” (ilim) tanımına karşılık gelmemektedir. Bu yüzden aklî ve naklî bilgi arasındaki ilişki doğru temellendirilmelidir. Aksi takdirde din ile bilim arasındaki gerilim hiçbir zaman sona ermeyecektir. Vahiydeki çok boyutlu semantik bütünlüğü zedeleyici yorumlar belli bir eksikliğin tatmini uğruna belki cazip gelebilir; fakat bunun metodolojik ve epistemolojik riskleri çok iyi değerlendirilmelidir. Özellikle teorik-bilimsel bilgiler ve bulguların her zaman için yerini başka bilgiler ve bulgulara bırakmaya namzet olduğu unutulmaksızın vahyin beyanlarını bu modellere irca etmenin nasıl bir anlam taşıdığı üzerinde çok iyi düşünülmelidir.