Din-Devlet ilişkisi
Epey bir zaman önce internet ortamında “The Secular State for Religious Society…” (Dinî toplum için laik devlet…) başlıklı bir makale okumuştum. Makalenin yazarı Abdullahi Ahmed en-Naim, Sudan doğumlu bir Müslüman âlim. Devletinin dinî dayatmaları yüzünden 1985’te ülkesini terk etmek zorunda kalmış. Halen ABD’nin Emory (Atlanta) Üniversitesi’nde hukuk profesörüdür.
Onun makalesinden de ilham alarak “din-devlet ilişkisi” konusundaki fikirlerimi siz değerli okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
Ahmed en-Naim şöyle diyor: “İslâmî bakış açısıyla devletin ve onun anayasal ve yasal sistemlerinin seküler/laik bir yapıya sahip olması gerektiğini savunuyorum. Çünkü Müslüman olmanın tek yolu olan ‘inanarak, (hür) seçimle Müslüman olma’ imkânının sağlanması için devlet dinen tarafsız olmalıdır.”
Bu satırları okuyunca, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Başbakanken, 2011 Eylül’ündeki Mısır ziyareti sırasında yaptığı laiklik konuşması geldi aklıma. Şöyle demişti: “Türkiye’de Anayasa, laikliği ‘devletin her dine eşit mesafede olması’ olarak tanımlar… Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır. Ben Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın...”
***
Devlet, bir dine sahip olamayan siyasi kurumdur. Çünkü kurumların değil, kişilerin dini olur. Sıklıkla tekrar edildiği gibi “Devletin dini adalettir.” Herhangi bir devletin İslam devleti olduğu iddiası, gerçekte vatandaşların dinî inanç ve tercihlerine bakılmaksızın, yalnızca devlete egemen olanların, kendi ‘İslam’ görüşlerini uygulamak için devleti kullandıkları anlamına gelir. Devletin İslâmî niteliğini, yanılabilir insanların siyasi yargıları dışında doğrulamanın hiçbir yolu yoktur. Nitekim bugünkü halde halkının çoğunlu Müslümanlardan oluşan bazı ülkelerde yönetimlerin “İslam devleti” olduğu ileri sürülmektedir. En dikkat çekici örnekler İran ve Suudi Arabistan’dır. Fakat bunların İslâmî oldukları iddiası, her birinin diğerini sapkın olarak görmesiyle yalanlanıyor. Bir tek İslam olduğuna, bu devletler de fiilen birbirlerini sapkınlıkla suçladıklarına göre, her ikisinin iddiası da “İslâmî” değil siyasi bir iddiadır.
Bu konuda Hz. Peygamber ve onun kurduğu devlet örnek gösterilemez; çünkü Peygamber’in siyasal rolü benzersiz idi; bütün Müslümanların inancına göre, onun kazara bir yanlışı olursa vahiy tarafından düzeltilirdi. Şu halde Medine devlet modelinin çoğaltılamayacağı ve tekrarlanamayacağı açıktır. Hz. Peygamber’in konumunun aksine, sonraki tüm Müslüman toplumların hükümetleri yanılabilir insanlardan oluşmuştur. Buna rağmen bugün hâlâ Müslümanların çoğunlukta olduğu birçok ülkede yönetimlere, Peygamber’inkini andırır bir benzersizlik ve dolayısıyla hatasızlık atfedilmekte; onlar da yasama, yürütme ve yargıda son sözü söyleme hakkını kendilerinde görmektedirler.
Ahmed en-Naim’e göre Şeriat modeli üzerine modern bir devlet kurma çabalarının karşı karşıya olduğu önemli pratik-politik sorunlar da var. Bu sorunları doğuran sebeplerin başında Şeriatın kurucu hukukçularının (mezhep önderleri ve sonraki ulemanın) siyasi otorite karşısında sergiledikleri derin kararsızlıklar yer almaktadır. Benim düşünceme göre ulema, siyasi otoritenin yetkilerini sınırlama yönünde bir kültür oluşturacakları yerde, “siyaset-i şer‘iyye” diye -sözde- şer‘î/hukuki bir formül yakıştırarak, elitlerin keyfî yönetim şeklini (patrimonyalizm) meşrulaştırmışlar; böylece pratikte hiçbir kuruma karşı hiçbir yasal sorumluluğu olmayan en tepedeki yöneticinin iradesi mutlaklaştırılmıştır.
Şunu da belirtelim ki, devletin dinî tarafsızlığını savunmak, İslâmî ilkelerin hukuk ve kamu politikası ile alakalı olamayacağı anlamına gelmez. Dünyadaki herhangi bir devletin vatandaşları gibi Müslüman siviller de dinî inançlarından politika veya mevzuat önerme hakkına sahiptirler. Fakat devlet bu önerilere, dinî buyruklar olarak bakmak yerine, “sivil akıl”ların önerileri olarak bakmak zorundadır.
***
Dinler üzerine teorik-teolojik tartışmalar her zaman olmuştur, bugün de olmaktadır; bunları olağan karşılamak gerekir. Ancak pratikte dinin vicdanlar ve eylemler üzerindeki sorumluluk aşılayan etkisinin boşaltacağı yeri başka hiçbir şey dolduramaz. Bütün dinlerde, özellikle de onların son derece temiz ve içten tasavvufî/mistik yorumlarında “yetmiş iki milleti bir gören” bir ahlâkî öz vardır. Bugünkü dünya imkânlarında insanlık âleminin her bir üyesi kendi dinindeki bu özü harekete geçilebilir ve o zaman insanlık saf adaletin, barışın ve sevginin bitmeyen huzur iklimine ulaşabilir.