Karlı bir gece vakti
“Bir dostu uyandırmak” diye devam eder şâir. Orada kalırsınız. Hafızanızdan, öyle bir an yaşanmışsa mutlaka o geçer. Öyle bir şey hiç olmamışsa, onu tecrübe etmek istersiniz. Ne lâzım? Bir dost ve karlı bir gece.
Kar yoktu şehirde ama soğuk vardı.
Hasta bir dostumu ziyaret için hastaneye gittim. Kanser olmuştu. Onu uyandırmadım. Uyanıktı zaten. Bilinen sona yaklaştığını söylemişti hekimler. Olacak olanın her an mümkün olduğu ileri bir safhada imiş hastalık.
Mütevekkildi. Dervişâna tutumuna tutunmuş, dünyanın biraz ilerisine bakıyordu.
Biraz doktorları düşündüm, biraz sağlık sistemini, biraz da arkadaşımı.
“Modern tıp hayatı değil ölümü uzatır” sözünü düşündüm sonra.
Dışarıda hayat gürültüyle akıp giderken, caddenin kenarında yükselen bu hastane binasında bambaşka oluşlar ve hissiyat yaşanıyordu.
“Her şeyi” bilen bir hasta ve onun çaresiz yakınları.
Arada bir hastaneleri ve mezarlıkları ziyaret, gündelik hırsların, artık varolma biçimine dönüşmüş aşırı bencilliklerin tırnaklarını biraz törpüler mi acaba?
Psikiyatrist bir dostum geçmişte bir gün şöyle demişti: “Her şey iyi giderken bir sabah birden kanser olduğunu öğreniyorsun!” Sonra da susmuştu.
Birden kanser olduğunu öğrenip sonra da bu dünyadan ayrılan birkaç arkadaşım oldu. Trafikte ölen ahbapların sayısı da az değil. Sebepten bağımsız olarak ölümlü bir dünyada yaşadığımızı çok iyi bilsek de sanırım en çok unuttuğumuz şey ölüm.
Hastaneden çıktığımda hava biraz daha soğumuş gibiydi. Bir sokak köpeği, ne soğuğu ne de kanseri umursamaz bir tavırla geçip gitti hastanenin önünden.
Hastanenin hemen bütün katlarında lambalar yanıyordu. Muhtemelen çoğu hasta az bir uykuyla sabaha geçiyor ve gün boyu kendisine söylenecek müşfik bir cümlenin yolunu beklemeye başlıyordu.
Çiçekler çoğunlukla artık hastane odalarına alınmıyor. Sebep güvenlik mi, alerjik mi bilmiyorum. Eğer hasta taburcu olursa çıkışta o çiçeği görüyor. Ama o çiçeği hiç göremeyecek olanlar da var.
Karlı bir şehir bulmalı.
Dostu uyandırmalı.
Sonra o dosta demeli ki “beni uyandır!”
Bir kentin oluşumunda edebiyatın, bir edebiyatın oluşumunda kentin yeri
Kent, ağaç gibidir. Dikey ve yatay gelişim tabakaları boyunca hem yer-yüzü’nde, hem de yer-altı’nda büyür. Bir ağacı okumak için onun kesitini, sözgelimi bir omcanın bize sunduğu labirent halkalarını karşımıza alırız önce; dallanıp budaklanma, yukarı ve yanlara doğru yayılma, açılma ufkuna bakarız ardından; en son köklere, onların çetrefil toprakla içiçe geçme üsluplarına eğilmek gerekir. Kent, kentler de böyle okunmalı diyorum: Varsa, bilinçleri; varsa, ki vardır, bilinçaltıları, bellekleri, bellekten sildikleri didiklenmeli.
Dikey ve yatay eksenler, derken bir eğretilemeye de başvurmuyorum ayrıca: Troya’nın örneğin, tabakaları öyle çözülmüştür; İstanbul’un, örneğin, her taşının üzerinde bir başka taş, onun da üstünde bir başkası, başkaları durur. Farklı çağlar, uygarlıklar, estetikler.
(…) Yumuşak bölgeleri vardır her kentin: Yeşil alanlar,eğlence bölgeleri, müzeler, alışveriş damarları. Sert bölgeleri vardır: Kurtarılamamış ve yarı kurtarılmış, suç ve gizil-suç topografyaları. Bunları simge-uzamlar deler geçer: Tarihsel yükleriyle anıtlar, alanlar,mistik noktalar.
Her kent kendi özel mantığı ve mantıksızlığıyla onları gövdesinde birleştirir, dağıtır. Bu özellik farklılaştırır her kentin dokusunu, tadını, “aura”sını. Tanımak, tanışmak vakit ister.
(…) Edebiyat tarihi pek çok kentin simge yazarının, simge yazarlarının olduğunu gösterir. Troya’nın Homeros’u, Floransa’nın Dante’si, İskenderiye’nin Kavafis’i, Prag’ın Kafka’sı, Dublin’in Joyce’u, Petersburg’un Biely’si dilimin ucuna gelen birkaç ünlü örnek. İstanbul, simge-kalemşörleri açısından varsıl kentler arasında sayılabilir elbette.
Mabeyinci Pavlos’undan Nedim’ine, Hisar’dan İlhan Berk’e, Yahya Kemal’den Sait Faik’e uzayan bir âşıklar dökümü bir çırpıda çıkabilir.
Derinlemesine onlara, metinlere baktığımızda zihnimiz altüst olabilir de: Kent mi gerçekten öyledir, onlar mı kenti böyle kılmışlardır?
Kent -Edebiyat ilişkisinin diyalektik karmaşasını en çok bu ikilem hazırlar; bu ikilik.
Ortaya çıkan eninde sonunda bir tarz”kent poetikası”dır. Yapılanın,sgeçmişin ve şimdiki zamanın “figür”lerinin, eski ve yeni “olay”larının, gelenek deposunun ve kapıları zorlayan yeniliklerin, mesleklerin ve uğraşların lirik, epik ve dramatik kodları içiçe, ardarda sıralanıp yerleşir.
Bursa’yı düşünüyorum da: Orhan Gazi, ipek, mavi, Tanpınar, çini, tayyare sineması, kaplıca, şadırvan, Zeki Müren gibi öylesine seçtiğim birimler poetik şahdamarı besler, ından beslenir. Edebiyat adamı bütün bunların içinde pay aldığı altın ortalama bir atmosferin havasını solur, sonra dile gelir, soluk verir: Bir dize, bir paragraf, bir imge, bir ritm tohumdan çiçeğe yol alır. Enis Batur- Türkiye’nin Üçlemi-Papirüs Yayınları
Karneler alınırken
Bugün milyonlarca öğrenci karne alacak. Milyonlarca anne-baba da o karneye bakıp bir tepki verecek.
Ve belki o hep yapılan yanlış bugün de tekrarlanacak: İyi olmadığı düşünülen bir karne için çocuğa surat asılacak, laf sokuşturulacak, azarlanacak ve kimbilir daha neler yapılacak.
Yapmayın! Değmez, gerçekten değmez…