Geçerken giderken biterken
İmsaktan iftara kadar ağzımızı kapatıyoruz.
Yalnızca yemeye-içmeye değil...
Kötü sözlere, gıybete, yalana, hatta kırıcı sözlere. Açmıyoruz ağzımızı, açmıyoruz kulağımızı.
İftarla birlikte ağzımızın bağını çözüyor, onu açıyoruz. Ama yine büyük bir dikkatle ve yalnızca helal olana.
Ve sonra oturup düşünüyoruz: Oruçluyken gösterdiğimiz bu büyük dikkati neden hayatımızın tümüne yaymıyoruz?
Bizi tutan ne, bizden başka?
*
Biz öyle inanırız; “Veriniz” denilmişse vermemiz gerektiğini biliriz.
“Zekatı veriniz” buyruluyor.
Bilemeyiz...
Belki zenginin zekat vermeye olan ihtiyacı, yoksulun zekat almaya olan ihtiyacından fazladır.
*
Her gün bahçene giriyor ve bir süre çalışıyorsun.
Elinde çapa, tırmık, kazma, kürek; bahçeyle uğraşıyorsun. Kendi bahçenle...Ömrünle yani.
Bahçene neler ektinse, onları büyütmekle meşgulsün bir ömür boyu.
Hayatına dönüp bir baktığında, neleri ekmiş, neleri sulamışsın hepsi orada.
Merhameti mi büyüttün, iyiliği mi, hakikati mi?
Yoksa bir karanlığı mı? Kötülüğü mü?
Ne ektin bahçene? Neyi biçeceksin şimdi?
*
Her şeyiyle tamamlanmış bir insana rastlamamız imkansız gibi.
Çarşı-pazar, eksiğini tamamlamak isteyen insanlarla dolu. Herkes nasıl da bir şeyler almak için her gün bir yerlere gidiyor.
Ama gerçekten hiç düşünüyor muyuz; Acaba neyimiz eksik?
Neyimiz olmasa, kendimiz olmaktan çok uzaklaşırız?
Eksiğimiz ne?
Ya fazlalıklarımız!
*
Bir gün bir dostum şöyle demişti:
“Verdiğin hediye canını acıtmalı...ki bir anlamı olsun...”
Bu söz üzerinde epey düşündüğümü hatırlıyorum.
Gerçekten de işimize yaramadığını düşündüğümüz bir şeyi hediye etmek ne kadar sıradan bir şey.
Aslında o anda bir hediye vermiyoruz, bize belki de yük olan bir şeyden kurtuluyoruz.
Öyle değil mi?
En son ne zaman, bir hediye verirken canınız acıdı? Hatırlıyor musunuz?
*
İnsanların çoğu hakikati aradığını söylüyor.
Bulanlarsa azın azı gibi görünüyor.
Ama bilmiyorum, hakikati bulmak tek başına yeterli mi?
Ya hakikati bulup, anlamıyorsam?.. Bu bir felaket değil mi?
Yoksa kestirme yol, hakikati değil de, hakikati anlayan ve anlatan birini mi arayıp bulmaya çalışmak?
Yoksa? Yoksa ben bunu düşünürken, akıp giden ve asla geri gelmeyecek olan zamanın içinde miydi aradığım?
Sonuçları biz belirleyemeyiz ama bu, harekete geçmememiz için yeterli bir sebep olamaz.
Yola çıkıp yürümeli. Bakarsın hedef yanına gelivermiş...
*
Şeyleri görmenin çeşitli yolları vardır:
Gözle, düşünceyle, müzikle, akılla ve kalple.
Dinleyerek ve susarak.
Sen git sıradaki gelsin
‘Allah sıralı mı ölüm versin!?’
Bırakın artık boynuna tasma geçirdiğiniz lafları ölüm bari girmesin sıraya. Yetmedi mi KPSS sıralamaları, ömrümüz çürümedi mi okul sıralarında, kantin sıralarında...
Bezdüm be fırıncı amca diye haykırmadık mı uzun kuyruklarda? Susturulmadık mı sıran gelince konuşursun kaş göz işaretleriyle? ‘’Peynir deyin çekiyorum! Bir saniye boy sırasına göre dizilin ...’’ diye mutlu aile pozunu bozan fotoğrafçı Fahrettin amca seni de unutmayacağız, hatırlayacağız her fotoğrafa baktığımızda. Haydi çekeceksen çek ne sırası!
Rahat! Hazır ol! Ve tekrar rahat! Rahatına bırakın her şeyi.
Bu arada hazır sırası gelmişken söyleyeyim ölümü sokmayın artık bi sıraya o kaynamayı seviyor. Sırası gelen gidecek ama o sıra bu sıra değil nys sıran gelince anlarsın.