Bir bahçede olmak ya da olmamak
Yazıyı Aksaray’da şimdi kültür evi olarak düzenlenen Vali Konağı’nın bahçesinde, bir ıhlamur ağacının altında yazıyorum.
Konak konak, bahçe de bahçe. Taştan bir konak ve güllerden, nadir ağaçlardan, kameriyelerden, kokusuyla sarhoş eden ıhlamur ağaçlarından, yemyeşil çimenlerden, çimenlerin üzerine dökülmüş ıhlamur çiçeklerinden mürekkep bir bahçe.
Bağdaş kurup yere oturdum ama kendimi epey yüksekte hissediyorum.
Dışımda bir dünya var biliyorum. Bu dünyada krizler, savaşlar, acılar, bitmeyen dramlar, haksızlıklar gırla. Ama içimde de bir dünya yok mu?
Orayı da mı ıhlamur kokuları, iğde, gül kokuları yerine barutla, kinle, nefretle, bitmeyen tartışmalarla doldurayım?
Neyi çözüyoruz neyi bağlıyoruz her gün?
Bir an durup içimize bakmadan neyi çözebiliriz? Havanda dövülen sular kuruyup gitmekten bıktı. Akmayan çeşmeler susmaktan acı çekiyor. Her şeyin naber bültenleri için bir fon olma işlevi dışına çıkmaması can yakıyor.
Ihlamurlar çiçek açtığı zaman demişti şair ve sonra çekip gitmişti.
Ihlamurlar çiçek açmış işte. Hadi bunu da ihale yapalım. Bir arının, bir karıncanın, bir kelebeğin tabiat mesaisini.
Hafif bir rüzgarın otları hafifçe eğip arasından geçişini de hadi.
Taş konağa kameralar takılmış. Yeni zamanların tek eklentisi bu. Konağın içi Aksaray kültürüne ait nesnelerle doldurulmuş. Mutfaktan yatak odasına, dikiş makinasından kirmanlara, gaz lambalarından işlemeli örtülere…
Her nesnenin, görselin, eski gazete sayfalarının, gramofon ve kitapların, daktilo ve plakların başka çağrışımları var. Bir zaman, bir hayat geçmiş buradan ve şimdi hepsi müzelik olmuş.
Ama bahçe öyle değil. Bahçedeki otlar, karıncalar, kuş sesleri, ıhlamur çiçekleri öyle değil. Hepsine dokunabiliyorsun hâlâ.
Ama nedir? Evler bahçesiz artık. Hatta diyebiliriz ki evler ‘ev’siz. Onlar artık konut. Duygularımızı tabiata değil, dizilere emanet ediyoruz. Rüyasına kâbuslar giriyor çocukların, çünkü cinayet bahçelerinde dolaşıyorlar her gün tabletlerde, bilgisayarlarda.
Somuncu Baba Camii’nde Cuma namazından sonra üç cenazenin namazı kılındı. Bunlardan biri gençti. Liseli arkadaşları doldurmuştu avluyu. Kızarmış gözler, sessizce içini çeken çocuklar, gençler vardı. Belki hayatta kaybettikleri ilk akranları bu cenaze namazı kılınan arkadaşlarıydı. Genç yaşta da yetim-i akran olunabiliyordu demek. Tek kesin gerçeklik olan ölüm, bize göre hep ‘erken’ gelse de.
Ne demiştik? Bahçeleri kaybettik demiştik. İçimizin büyük cephelerinden biri değil miydi bu? Sonra çeşmeleri, sonra sokağı, sonra evleri, komşuluğu ve işte artık varlığını bile unuttuğumuz kayıplar... Yerine kazanç diye koyduğumuz ne varsa, yani jipler, siteler, rezidanslar falanlar filanlar…Sonra? Sonrasına sonra bakarız.
Peki.
Pekmez iç pekmez!
Herkesin aynı düşünce, aynı yetenek ve aynı fikre sahip olduğunu düşünsene. Newton’un beyaz atletle oturup evde elma yediğini, Graham Bell’in mektup göndermek için ptt sırası beklediğini, ya da İbn-i Sina’ya boğazlarım şişti ne yapabilirim diye sorulduğunda pekmez iç sabaha bişeyciğin kalmaz dediğini hayal etsene bi... Dünya halter şampiyonu o veya şu olmuş hiç farketmez ben gitsem ben de yapardım, aynı yetenek bende de var düşüncesi ürkütücü değil mi...
O yüzden farklı düşünen insanlar sizi mutlu etsin iyi ki onlar var yoksa sen ben gibi herkes evde çekirdek çitleyip boş duvarı izlerdi...