Beterin beteri var mı?
Beterin beteri muhtemelen insanları betere razı etmek, kötüyü kabullenmelerini sağlamak için uydurulmuş, gündelik sağduyumuzun parçası haline gelmiş bir özdeyiş. Düşüp mesela ayağımızı kırdığımızda kafamızı ya da kalçamızı kırmadığımıza beterin beterini hatırlayarak şükrediyoruz. Ya da Hobbes gibi en baskıcı siyasi iktidarın kaostan iyi olacağını düşünebiliyoruz. Bazen de var olanı olabilecek olandan daha makul görüyoruz.
Beterlik iddiasının teste tabi tutulduğunu, doğruluğunun veriyle sınandığını hiç sanmam. Çünkü nihayetinde söz konusu olan bir algı ve aslında önyargı. Ne her şart altında doğru, ne de herkes için geçerli olması gerekiyor. Ayrıca söylenmesi ille de beterin meşruiyetinin kabulü anlamına da gelmiyor. Dünya siyasetindeyse hazırlıklı olmanın, daha beteri gelmeden sorunlarınızı çözmenin gerekliliğine işaret ediyor.
Benim için Trump’ı beklememeyi, ikili ilişkilerdeki sorunları bir an önce aşmak için çaba harcamayı, hatta daha düzenli ve adil bir dünyada yaşamak için ona umut bağlamamayı içeriyor. Biden’ın ve yönetiminin “beter” olduğuna, Suriye’den F16 sorununa ikili ilişkileri tıkayan ana konularda kayda değer bir adım atmadığına şüphe yok. Gazze’de yaşanan insanlık dramı karşısındaki vurdum duymazlığı da hepimizin malumu.
Ancak hakkında açılan davaları ve diğer badireleri atlatıp yeniden aday olabilirse Trump belli ki dünyanın geri kalanı için de bizim için de Biden’dan çok daha büyük bir “beter” olacak. Bir önceki dönemde yaptıklarından çok daha fazlasını yapacak, çok daha umarsız davranacak. Şimdiden yaptığı açıklamalara bakarsanız aklında yine Müslüman ağırlıklı ülkelere vize yasağı getirmek, kaçak yollardan Amerika’ya gelenler için toplama kampları kurmak var.
Diyebilirsiniz ki köklü Amerikan demokrasisi bunların üstesinden gelir, Senato ve Temsilciler Meclisi onu bir şekilde dengeler, o da olmazsa kararları mahkemeden döner, en kötü olasılıkla derin devlet onu engeller. Yine de bizi doğrudan ilgilendirecek konularda ona da, Amerika’nın demokrasi içi ve dışı güçlerine de güvenmeyelim derim. Türkiye’ye en çok yaptırım uygulayanın, en sert mektupları yazanın Trump olduğunu da unutma temayüllünde olanlara hatırlatmak isterim.
Bence Türkiye’nin dünyanın ciddi meydan okumalarla karşı karşıya olduğu, birkaç istisna dışında büyük ölçüde itidalle hareket ettiği, Gazze’de sorunun değil çözümün tarafı olmaya çalıştığı, retorikten çok diplomasiye ağırlık verdiği, üstelik Rusya ve Ukrayna’ya eşit mesafede durmaya çalıştığı böylesi bir zaman diliminde Amerika ile olan kronik sorunlarından en az bazılarının çözümü için şansı çok daha fazla.
Beterin beterini beklemek yerine betere taleplerimizi kabul ettirmenin, Suriye söz konusu olduğunda onu doğru müttefik seçmeye teşvik etmenin yollarını aramamız, zemini sağlamamız gerekiyor. Kabul edelim ki Çin’in yükselişiyle hırçınlaşan, kendinden başka hiçbir gücü muhatap kabul etmek istemeyen, bölgesel otonomilere bile razı olmayan Amerika, bundan sonra başına Trump gelse de gelmese de daha iyi olmayacak.
Çıkarlarımızı korumak, Amerika’nın aleyhimize adım atmamasını sağlamak için bizim Amerika’yı sevmemiz, Gazze başta olmak üzere kötücül politikalarını kabullenmemiz gerekmiyor. Yapmamız gereken onu kendi çıkar ve beklentilerimiz doğrultusunda etkilemeye çalışmak, karşımıza değil yanımıza almak ama eş zamanlı olarak da alternatif jeopolitik oluşumların içinde, NATO ile olan bağlarımızı kopartmadan şimdiden yer edinmek olmalı.
Gazze ve bir ölçüde Ukrayna’daki savaş Türkiye’nin diplomatik enerjisinin önemli bir kısmını tüketse de sorunlarımıza ve dünyanın gidişatına bütüncül bakabilme yeteneğimizi kaybetmememiz şart. İçimizde yaşadığımız krizlerin, Anayasayı hiçe sayan mahkeme kararlarının, bu kararların siyasi gailelerle araçsallaştırılmasının zaten pek de iyi olmayan küresel algımıza ve dolayısıyla da dış politikada başarmaya çalıştıklarımıza zarar verdiğini anlamamız da öyle…