Tahammülsüzlük korku toplumunun yolunu açıyor
Siyasal ve toplumsal tarihimizin hemen bütün evrelerinde partiler, gruplar, mahalleler, cemaatler başkalarının haklarına, özgürlüklerine, renklerine, tarzlarına, mahalle kültürlerine karşı hep dayatmacı, ötekileştirici ve tahammülsüz bir tavır sergilemişlerdir. Kuşkusuz sadece biz de değil, son yıllarda modern demokratik toplumlarda da tahammül kültürünün azaldığı ve “öteki”ne karşı ayrımcılığın arttığı da bir gerçek. Ama özellikle demokratik hoşgörüye karşı mesafeli duran başta Türkiye olmak üzere Doğu toplumlarında tahammülsüzlük çok daha yaralayıcı bir hal almış bulunuyor. Sadece Cumhuriyet’ten bu yana yaşanan siyasi mücadelelere baktığımızda bile bu acıtıcı durumun sayısız örneklerini görmek mümkün.
Çünkü biz kimlikler üzerinden çok derin yarılmaların hüküm sürdüğü, korku ve karşılıklı güvensizliğin hâkim olduğu bir toplumsal kültürden geliyoruz.
Mesela, tarihsel perspektiften baktığımızda Cumhuriyet projesinin farklı kimliklere karşı yukarıdan aşağıya doğru zorla dayatılmış bir proje olduğunu görürüz. Ve bu anlayış, projeyi benimseyen ve benimsemeyenler arasında ekonomik ve toplumsal ayrıcalıkların dağıtımında ayrımcı politikaları da beraberinde getirmiştir. Ne yazık ki bu ayrışmacı anlayış siyasi muarızlar arasındaki gerilimi hep üst düzeyde tutmuş, çok partili hayata geçtikten sonra bile siyasi mücadeleler çok kıyıcı ve yıkıcı olmuştur. Öyle ki siyasi tarihimize küçük bir yolculuk yaptığımızda bugün siyasette hakim olan yıkıcı dilin, aslında çok partili hayata geçiş sürecinde de neredeyse aynen yaşandığını rahatlıkla görebiliriz. Mesela o yıllarda CHP, DP’yi “kaos yaratmak ve ihtilal ile iktidara gelmek istemekle” suçlarken, DP lideri Menderes, CHP’yi “Milli iradeyi seneler senesi zımni baskılarla ayak altında tutan, kahırla, Türkiye’nin kırk bin köyünde zulüm yapmak suretiyle vatandaşın rey hakkını ihlal” etmek gibi sert ifadelerle suçlamıştır. (Tanel Demirel, Türkiye’nin Uzun On Yılı, s.157) Bu çerçevede Tanel Demirel’in kitabında yer verdiği şu örnek son derece çarpıcıdır: “Demokrat Parti İzmir Belediye Başkanı, İsmet İnönü’nün Abdülmecid gibi sürgüne gönderilmesini istemiştir.” Elbette sonuçta bu gerçekleşmemiştir ama, siyasetteki kıyıcı mücadele bugün de aynen bu minval üzere devam etmektedir.
Kuşkusuz tarihimizden miras olarak devraldığımız bu tahammülsüzlük kültürünün yarattığı endişeli bir toplumsal ortamda yaşıyoruz. Yarım yüzyıldan fazla bir sürede, demokratikleşmede ve özgürlüklerde görece bir mesafe alınmış olmasına rağmen, kabul etmek gerekiyor ki düne göre toplumda daha fazla hoşgörüsüzlük hakim ve aynı zamanda derin eşitsizlikler yaşanıyor. Ayrıca son yıllarda yaşadığımız ekonomik kriz, insanların günlük hayatını derinden etkilediği gibi gelecek umutlarını da yok ediyor.
Ülkelerin hayatında zaman zaman derin ekonomik sarsıntılar olabilir, toplumsal dayanışma ruhu bunu atlatmanın yollarını bulabilir, yeter ki birlikte yaşama iradesi sağlam olsun. Esas tehlike, topluma vaziyet etmesi gereken siyasal iktidarların yönetimde kalıcı olabilmek için özgürlük, ahlaki erdemler ve adalet gibi değerlerden çok, zümre, sınıf ve yandaş çıkarlarına itibar eder hale gelmesidir.
Maalesef siyasetten futbol sahalarına ve trafiğe kadar her alanda yaşadığımız negatif örnekler çatışmacı ve tahammülsüz bir toplum fotoğrafı oluşturuyor. Ve doğal olarak böyle bir tabloda insanlar saldırganlığı ve gerilimi bir çözüm yolu olarak görmeye başlıyorlar ki bu son derece tehlikeli...
Özellikle de son yıllarda siyasette muarızlarını itham eden, ihanetle ve terör yandaşlığı ile suçlayan dil yüzünden toplumsal kutuplaşma derinleşiyor, insanlar birbirine tahammülsüz ve adeta çatışmaya hazır hale geliyorlar.
Bu yüzden de yıllardır çözülemeyen Kürt sorununu, Alevilerin taleplerini tartışamıyoruz, gelir adaletsizliğinin artmasını, özgürlüklerin kalitesinin azalmasını ve hukuksuzluğun derinleşmesini sadece uzaktan seyrediyoruz.
Halihazırda “ehvenişer bir demokrasi” görüntüsü vermemize rağmen, aslında hâlâ demokratik değerleri içselleştirme anlamında bir arpa boyu mesafe alabilmiş değiliz. Hala iktidar katında ve yargısal kurumlarımızda herkesin eşitliğini sindiremeyen, imtiyaz ve kayırmacılığa dayalı ve adalet duygusunun güçlü olmadığı bir zihniyet dünyasına mahkum durumdayız.
Bugün geldiğimiz noktada meselenin özü şudur; eğer siyasi alanda ”biz ve ötekiler” diye bir bölünme tarifi yapmaya devam edersek toplumdaki ayrımcılığın önüne geçmemiz imkansız hale gelebilir ve asla birbirimize tahammül edemeyiz.