Sahi dindarlar nasıl bir Türkiye ister?
Epey bir süredir Türkiye’de dindar camianın son dönemde iyi bir sınav vermediğini ve yüzyıllık bir umudu heba ettiğini yazmaya çalışıyorum.
Bu tanımlamaya katılanlar kadar, buna itiraz eden hatta isyan edenlerin olduğunu da biliyorum.
Elbette herkes aynı kanaati paylaşmak zorunda değil. İnanıyorum ki dindarların önemli bir kısmı, dindarlık hassasiyetleri olan, ya da öyle olduğunu iddia eden mevcut iktidar döneminde her şeyin iyi gittiğine, muhafazakar kesimlerin yıllardır böyle bir iktidar hasreti içinde olduğuna yürekten inanmaktadır.
Gerçekten dindar-muhafazakar kesimler tam da böyle bir iktidar hasreti içinde miydiler?
Belki de soruyu şöyle sormak lazım; İslam’ın evrensel mesajına talip olduklarına inandığımız dindarlar nasıl bir yönetim ve de nasıl bir Türkiye isterler?
Eğer dindarlar gerçekten Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin tarif ettiği bir hayata taliplerse, o hayatta hukukun, adaletin en üstün değer olduğu, liyakatin, şeffaflığın, hesap verilebilirliğin esas olduğu ve de ayrımcılığın olmadığı bir yönetim biçiminin hakim olması gerekir.
Bir başka ifadeyle dindarlar, ancak böyle bir yönetim biçiminin hasreti içinde olabilirler.
Bu anlayış çerçevesinde mesela 28 Şubat’ın en büyük mağduru olan dindarlar, bugün farklı fikirlere, eleştirilere tahammülsüzlüğün sonucu olarak içeri atılan ve beraat ettikleri halde ceza evinde tutulmaya devam edilen Osman Kavala, Ahmet Altan gibi isimlerle ilgili nasıl bir vicdan muhasebesi içindedirler?
Mesela, 28 Şubat’ta başörtüsü mağdurları için farklı kesimlerden insanların milyonluk özgürlük zinciri oluşturduğu gerçeğini bilen dindarlar, avukatların en temel mesleki hakları konusunda tamamen barışçıl yollarla kendilerini ifade edebilme haklarının engellenmesi karşısında susmayı hangi adalet ve vicdan duygusuyla izah etmektedirler?
Mesela, Şehir Üniversitesi’nin sudan bahanelerle kapatılmasıyla akademik özgürlüğün sesinin kısılması, nefes almasına bile izin verilmemesi karşısında sessiz kalmak, hatta zaman zaman “Oh olsun” diyerek alkış tutmak nasıl bir dindarlık anlayışına tekabül etmektedir?
Mesela, dindarlar için yıllardır hayalini kurdukları Ayasofya açılsın da adalet ve demokrasi olmasa da olur mu?
Mesela, insan haklarını, kadın ve kız çocuklarının haklarını koruma, ehliyet ve liyakati esas alma, eşitlik, şeffaflık ve adalet gibi kavramlar İslam’ın temel değerleri olduğu halde; dindarlar için “Kadına yönelik şiddet ve Aile İçi Şiddet’in Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin” İstanbul Sözleşmesi olmasa da olur mu?
Mesela CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, gazeteci Nevşin Mengü, oyuncu Berna Laçin, avukat Feyza Altun’a yönelik cinsiyetçi saldırıyı “ağır eleştiri” sayarak takipsizlik veren mahkemenin kararı, dindarların vicdanında nasıl bir ahlaki kritere tekabül etmektedir?
Mesela yolsuzlukları, usulsüzlükleri İslam kesinlikle yasaklamış olmasına rağmen, bir İslam uleması “bunlar geçmişte de vardı” şeklinde fetva verdiğinde yolsuzluklar dindarların vicdanında temize çıkmış olur mu?
Hepimiz biliyoruz ki dindarlık bilincinin hakim olduğu bir toplumda adaletsizliklere, hukuksuzluklara rıza göstermek mümkün değildir. Çünkü çerçevesini Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in evrensel mesajının çizdiği bir dünyada esas olan adalettir, hukukun üstünlüğüdür, bireyin özgürlüğüdür, şeffaflıktır ve hesap verebilir bir yönetimin hakim olmasıdır.
Ancak görüyoruz ki günümüzün dindarları için, artık bu değerlerin hiçbir anlamı kalmamıştır. Eğer dindarların hayal ettiği Türkiye ve hakim olması gereken yönetim biçimi böyle bir şeyse sözün bittiği yerdir. O zaman ‘durmak yok yola devam!..”