Pencereleri dünyaya kapalı milli musiki olur mu?
Haberleşmenin posta güvercinleriyle yapıldığı çağlar çok gerilerde kaldı, dijital bir çağda yaşıyoruz ve bir tıkla her türlü bilgiye ulaşmak mümkün. Yani bilimsel, kültürel ve sanatsal anlamda sınırların olmadığı bir dünyada yaşıyoruz.
Böyle bir dünyada “millilik” ve “yerlilik” kavramlarının da farklı boyutlar kazandığını, dolayısıyla bu konuda yeni tanımlar yapmanın bir zaruret haline geldiğini sanırım herkes taktir edecektir. Dünün dünyasında Türk musikisi dışında, mesela Klasik Batı müziği, caz, rock ve pop müziği dinlemek bir Batı hayranlığı olarak değerlendiriliyordu. Ama biliyoruz ki müziğin dili evrenseldir ve evrensel değer ifade eden bütün müzik türleri dünyanın değişik coğrafyalarındaki insanların ruh dünyalarında farklı karşılıklar bulmaktadır.
Şu bir gerçek ki dünyanın kültürel değerlerine pencerelerimizi kapatarak “Bizim kendi milli musikimiz bize yeter, Batı’nın müziği bizim değerlerimizi tahrip eder” benzeri yaklaşımlarla yeni nesillerin estetik beğenilerine hitap edemeyiz. Her gün klasik müziğin Batı’nın kültürel değerlerinin ürünü, cazın ve rock’ın da bir gürültüden ibaret olduğunu adeta bir slogan gibi tekrarlasak da müziğin insanların ruh dünyalarındaki karşılığını değiştirmemiz mümkün değildir.
Bunu söylerken ‘kendi kültürel iklimimizden beslenen, kendi hayat ufkumuzu terennüm eden bir musiki üretmeyelim’ demek istemiyorum elbette. Tam aksine öyle bir musiki üretelim ki, bu musiki bu milletin yaşama neşesini, hassasiyetini, kültürel değerlerini ve hayat ufkunu terennüm etsin, ama bu müziğin ufku aynı zamanda dünyanın kültürel değerlerine de açık olsun...
Nihad Sami Banarlı değişik dergilerde yayınlanan makalelerinden oluşan “İstanbul’a Dair” kitabında, değerli romancımız Halide Edib’in “Kubbede Kalan Hoş Sada” hikayesindeki bir vakayı aktarır ve bunun üzerinden müzik konusunda değerlendirmelerde bulunur. Hikaye özetle şöyledir: İstanbul’u çok seven bir tüccar, Avrupa’da eski bir şehrin hikayesini canlandıran bir opera seyreder. Bu tüccar İstanbul’un sokaklarını, güzelliğini ve kültürel mirasını canlandıran bir opera hayali kurar. Ve böyle bir eser besteleyecek bestekâra bütün servetini vadeder. Bir gün, bu tüccarın istediği gibi bir opera yarışması düzenlenir, yarışmaya katılan operalar Gülhane Parkı’nda seslendirilir. Yarışmayı, adını büyük şairimiz Baki’nin mısralarından alan “Kubbede Kalan Hoş Sada” adlı eser kazanır.
Nihat Sami Banarlı bu operayı şu zarif cümlelerle anlatır: “Bir akşam serinliğinde, birdenbire bütün havayı bizim sazlarımız, bizim seslerimiz doldurur. Bu operanın musikisinde, eskiden bahçeli evlerle süslü, zarif İstanbul’un, koro halinde öten horoz seslerinden, ezan seslerine; ondan da sütçü, muhallebici, satıcı seslerine; ondan da bütün eski İstanbul türküleriyle, evlerden akseden ninnilere geçen, her zerresiyle güzel ve gerçek bir İstanbul musikisi duyulur.”
Eğer belli ideolojik kalıplara ve sloganlara hapsolmadan, estetik değeri yüksek, gelenekle moderni buluşturan yeni müzik eserleri yaratabilirsek aynı zamanda “yerli” ve “milli” olmayı da başarabiliriz. Ama ne yazık ki bugün yeni besteler, yeni eserler yaratamadığımız için sadece ‘şanlı tarih’ anlatarak teselli bulmaya çalışıyoruz... Banarlı’nın büyük şairimiz Yahya Kemal’den aktardığı şu satırlar bu açıdan son derece önemli: “Eğer Türk dilinde ve Türk şiirinde benim yapmak istediğimi Türk musikisinde yapacak tek bir sanatkâr zuhur etseydi, biz bugün yalnız çok üstün eserlere sahip olmakla kalmaz, millet halinde, büyük bir kalkınmanın şevki, gururu ve zaferi içinde bulunurduk.”
Galiba bütün mesele; Yahya Kemal gibi aynı zamanda Batı edebiyatını-şiirini tanıyan ufku dünyaya açık, estetik beğenisi yüksek ve kendi kültür ikliminden beslenen bestekârlar, sanat ve edebiyat insanları yetiştirebilmek...