Okumuş-yazmış dindarların hüzün verici hali
Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerinin görünür olmaya başladığı süreci, Tanzimat dönemi olarak tanımlamak sanırım daha gerçekçi bir yaklaşım olacaktır. Bu dönem Osmanlı’da toplumsal, siyasal ve kültürel alanda büyük değişimlerin yaşandığı bir dönemdir. Batılılaşma rüzgarlarının estiği bu dönem aynı zamanda, Tanzimat aydınlarının eserlerinde İslami referansların da çokça kullanıldığı bir sürecin adıdır.
Başta Yeni Osmanlılar olmak üzere pek çok aydın, Batı aydınlanmasının temelini oluşturan özgürlük, hukuk, eşitlik gibi kavramları İslami kaynaklarda aramaya başlamışlardır.
İslam düşünce geleneğinin modern Batı düşüncesiyle karşılaşma aşamasında ortaya çıkan pek çok yeni kavram veya eski kavramların yeniden yorumlanması başta Namık Kemal olmak üzere İslamcı aydınlar, bir bakıma eserleriyle Osmanlı muhayyilesini tedricen dönüştürmeye çalışmışlardır.
Yeni bir hukuk anlayışına işaret eden bu yeni dönemde, Namık Kemal gibi İslamcı düşünürler tarafından üretilen fikirler aynı zamanda Tanzimat’ın kurumsal değişimlerine de kaynaklık etmiştir. Namık Kemal’e göre yeni dönemin inşası, ancak meşveret usulü ve kuvvetler ayrılığının garanti edeceği hukukun üstünlüğü ilkesi ile mümkündür.
Okumuş-yazmış dindar aydınların halini anlatmak için neden böyle bir giriş yaptığımı merak edenler olacaktır. Kuşkusuz bugünü değerlendirebilmek için tarihsel tecrübelerimizi dikkate almak zorundayız. Şunu açıkça ifade etmek gerekiyor ki, Osmanlı’nın son döneminden buyana, Türkiye tarihinin bütün aşamalarında İslamcı aydınlar genellikle hep bir değişimi temsil etmişler, en önemlisi de hukuku ve özgürlükleri önemsemişlerdir.
Çünkü gerek Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde hüküm süren jakoben anlayışın dayatmasıyla yaşanan mağduriyetler, gerekse sonrası dönemlerde dindarların maruz kaldığı sıkıntılar hukuk ve özgürlük ihtiyacını hep canlı tutmuştur. Bu yüzden de İslami duyarlığa sahip dindar entelektüeller, siyasetçiler özellikle insan hakları konusunda geçmişte ciddi mücadele örnekleri vermişlerdir. Mesela ‘80’li ve ‘90’lı yıllarda ve de özellikle 28 Şubat döneminde genç kızların başörtüsü yüzünden eğitim hakları ellerinden alınırken bütün İslamcı kesimler en sert tepkileri vermişler, hukuku, özgürlükleri ve insan haklarını savunmuşlardır. Unutmamak gerekiyor ki o dönemde sadece dindar kesimler değil, vicdanlı sol ve liberal kesimler de aynı şekilde dindarların hakkını-hukukunu ve özgürlüklerini savunmuşlardır.
Ama bugün öylesine vicdan yaralayıcı bir tablo ile karşı karşıyayız ki, o gün hakkın, hukukun yanında duran bizim okumuş-yazmış dindarlar sanki şimdi zihin dünyalarını tümden iptal etmişler ve vicdanlarını kaybetmiş durumdalar.
Artık onlar kendileri dışında hiç kimse için adalet istemiyorlar, gelecekte ihtiyaç duyacakları belirsiz bir zamana kadar özgürlük ve insan hakları taleplerini rafa kaldırmış durumdalar.
Çünkü şimdi iktidarda kalma ve onu koruma zamanıdır... İktidarda kalmayı bir ‘iman mücadelesi’ olarak algıladıkları için, iktidar başkalarına bırakılmayacak kadar mukaddestir ve bu uğurda gerekirse hukuk da, özgürlükler de geçici bir süre için askıya alınabilir.
Günümüzde dindar aydınların içine düştükleri entelektüel fukaralığı doğru anlayabilmek için, daha somut örnekler üzerinden değerlendirme yapmakta yarar var. Mesela 30-40 yıl önce birlikte yola çıktığımız ve o günün şartlarında farklı entelektüel ilgileri olan, özellikle sanat-edebiyat, felsefe bağlamında geniş bir ufka sahip pek çok okur-yazar maalesef bugün siyasetin kısır döngüsü içine hapsolmuş durumdadır. Adeta kendi kültürel geçmişlerini sıfırlayarak, kelimenin tam anlamıyla bir trolleşme hali yaşamaktadırlar. Artık onlar için her şey bir ‘iman-küfür’ mücadelesinden ibarettir. Bu uğurda gerekirse hukuk da, adalet de, özgürlükler de, insan hakları da feda edilebilir.
Tanzimat döneminin İslamcı aydınları hukuktan, özgürlükten, kuvvetler ayrılığını savunuyorlardı, ama bugünün İslamcı aydınları artık bu kavramların adını bile duymak istemiyorlar. Bu açıdan geldiğimiz nokta, gerçekten hüzün vericidir.