Naziler caz sevmez ya siz?..
Genellikle Pazar günleri yazdığım caz ağırlıklı yazılardan pek hoşlanmayan özellikle dindar kesimler, “caz yapma” türü alaycı ifadelerle karşı çıkıyorlar. Elbette herkes caz sevmek zorunda değil, insanlar farklı müzik türlerini tercih edebilirler, bu da son derece doğal. Ancak hemen belirtmeliyim ki, kimsenin dünyanın değişik coğrafyalarındaki herhangi bir müzik türünü alaycılıkla karşılamaya hakkı olamaz.
Diyebilirsiniz ki, bizim de Türk sanat musikisi ve türkülerimiz gibi çok değerli eserlerimiz var. Elbette Türkçenin muhteşem tadıyla şekillenen Türk musikisi, güftesi ve bestesiyle evrensel ölçekte bir müziktir. Nitekim ben de Dede Efendi’den Hacı Arif Bey’e kadar musikimizin zirve isimlerine yazılarımda yer vermeye çalışıyorum.
Ama gıdasını hamasetten alan bir güruh var ki, aslında onların gönlünde Dede Efendi’ye de, Hacı Arif Bey’e de, Tatyos Efendi’ye de, Münir Nureddin Selçuk’a da yer yok. Eminim hayatlarında bir kez olsun Dede Efendi’nin bestelerinden bir tanesini bile dinlememişlerdir. Dahası, zengin bir medeniyet birikimine sahip ilahilerimize gönüllerini açtıklarından bile emin değilim.
Doğrusu caza, klasik Batı müziğine, rock’a, hatta farklı coğrafyalardaki etnik müziklere burun kıvıranları anlayışla karşılamak gerekiyor, zira onların hamaset dışında satabilecekleri bir sermayeleri yok.
Dolayısıyla, iç dünyasının fırtınasını doğaçlama caz müziği ile dışa yansıtan kuşağın isyan çığlığını anlamaları da beklenemez. Caza karşı mesafeli, hatta reddiyeci bir tutum içinde olanları 2004 yılında çıkan “Naziler Caz Sevmez” kitabımdaki şu cümlelerle selamlamak istiyorum!
Bilindiği gibi Hipster Kuşağı, sivil hakların daraltıldığı, McCarthy’nin adını taşıyan İç Güvenlik Yasası’yla aydınlar ve özgürlükçüler aleyhinde akıl almaz suçlamalarla kovuşturmaların açıldığı Eisenhover iktidarının hemen sonrasında ortaya çıkmıştı. Bu dönemde Amerika’da öyle günler yaşanmaktaydı ki, kitleleri baskı altına almak için Kongre’ye bir dizi yasa tasarısı sunulur, konuşmaların elektronik aygıtlarla dinlenmesi ve gizlice kaydedilmesi yasal hale getirilir.
Irkçı nefret gruplarının her tarafı yakıp yıktığı bir dönemdir bu dönem... Kolejlerin diploma törenlerinde bile kitaplar Nazi usulüyle ateşe verilmektedir. İşin en dramatik tarafı da, bu baskı ve zorlama ortamında yığınların sessizliğidir.
İşte “Hipster Kuşağı”, zulümlerin “küçük hisseli ortağı” yığınların sessizliğini kırmak için ortaya çıkmış mistik ve romantik bir muhalefettir. Baskı döneminin düşsever çocukları, “Algı kapıları açılırsa her şey olduğu gibi görünür” diyen William Blake’in sözleriyle kıyılarından ayrılıp, Rimbaud’un, “Ve tan ağarırken ateşli bir sabırla zırhlanmış gireceğiz kentlere” dizeleriyle alacakaranlıkta uyuyan kentlere girerler.
Galiba, “yeni dünya”nın baskıları ve zulümleri karşısında bütün bir insanlığın neredeyse sessizliğe gömüldüğü bu yeni dönemde gezegenimizin yeni zencilere, “Hipster Kuşakları”na ihtiyacı var. Naziler Caz sevmese de... Zaten Naziler’in siyahi kökleri olan cazı sevmeleri de beklenemez.
Nitekim, işgal yıllarında Naziler’in ambargo koyduğu, baskı altında tuttuğu caz, Paris’te savaş ertesinin özgürlük simgesi haline gelmişti. Baskı döneminin “caz mahzenleri” de birer sığınak değil, yeraltının kültür adacıkları olmuştu adeta...
Norman Mailer, “Bir kimse ya başkaldırır ya da uyuşur” diyor. Eğer sonsuza dek susmaya mahkum değilsek, zihinlerimizin uyuşmayan diplerinde caz için küçük de olsa bir yer varsa hala, insanlıktan umut kesilmemiş demektir...