Kurumsal yıkımın izleri yıllar sürebilir
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte Türkiye sadece bugününü değil, geleceğini de kaybediyor.
Zira Türkiye dediğimiz ülke, Osmanlı’dan buyana güçlü bir devlet geleneği olan, kurumsal hafızası zengin bir ülkedir. Özellikle Osmanlı’nın son döneminde dünyadaki gelişmelere paralel olarak hızlı değişimler, hatta sarsıntılar yaşanmış, dahası yenilgilerin ve acıların sonucunda derin travmalar oluşmuştur.
Ama bütün bu derin sarsıntılara rağmen devletin kurumsal yapıları bir şekilde varlıklarını koruyabilmiş, Cumhuriyet döneminde yaşanan değişimle birlikte yoluna devam etmiş ve bugünlere gelmiştir. Elbette her dönemde kurumların işleyişinde belli sıkıntılar ve zaaflar olmuştur.
Ancak Türk tipi yeni sistemle birlikte devletin kurumları işlevlerini tümüyle yitirmiş bulunuyorlar. Bugün itibariyle ekonomiden dış politikaya, eğitimden sağlığa kadar her alanda ülkenin yönetilemez hale gelmesi devletin kurumsal hafızasının çöküşüyle doğrudan alakalıdır.
Maalesef yeni sistemle devleti devlet yapan kurumlar birer birer kurum olmaktan çıkarıldı ve “tekçi” bir anlayışta vücut bulan bir yönetim sistemi kuruldu. Yürürlükteki “Türk Tipi” rejimin en belirgin niteliği ise yargı gücünün bağımsızlığının yok edilmesi, parlamentonun saf dışı bırakılması olmuştur. Ne yazık ki herkesin, karşısında eşit olduğu yasalardan ve hukuk uygulamalarından meydana gelmesi gereken adalet sistemi yaklaşım olarak bile ortadan kaldırılmış bulunuyor.
Kısacası her gün adeta zihinlerimizi istila eder hale gelen siyasi savaş sloganları ve hamaset söylemleriyle yönetilmeye çalışılan devlet, yönetilemez haldedir.
Bizzat AK Parti iktidarı tarafından hazırlanan “AB’ye katılım öncesi Ekonomik Program”da ortaya konan yargı bağımsızlığı, düşünce özgürlüğü, insan hakları, kurumların işleyişi, eğitim kalitesi, teknolojinin gelişimi, insani gelişmişlik gibi kriterlerdeki önlenemez gerileme, ne yazık ki bugün itibariyle Türkiye’nin ekonomik büyümesini nasıl aşağıya çektiğini gözler önüne sermiş bulunuyor.
Kurumların çöküşünün Türkiye’yi nasıl bir yönetilemezlik sorunuyla karşı karşıya bıraktığını anlamak için, son dönemde yaşanan kriz noktalarına yakından bakmakta yarar var. Özellikle dış politikadaki yalnızlığımız, çok çarpıcı bir örnek olarak önümüzde duruyor. Sırf iç politikada kullanmak adına tercih ettiğimiz hamaset diliyle uzun yıllara ve tecrübelere dayanan uluslararası ittifaklarımızı zaafa uğrattık.
Bu yüzden, çok haklı olduğumuz Doğu Akdeniz meselesinde bizimle olabilecek doğal müttefiklerimizi bile, kendi elimizle adeta karşı cepheye geçmeye zorladık. İç politikada prim yapıyor diye “dış güçler bizi çekemiyorlar” retoriğine kendimizi öylesine kaptırdık ki diplomasinin imkanlarını kullanamaz hale geldik. Dünyanın en tecrübeli diplomatlarına sahip olmamıza rağmen, uluslararası ilişkilerimizi diplomatlar eliyle değil, meydanlarda dünyaya ayar verme söylemleriyle yürütmeyi tercih ettik.
Muhafazakar kesimler, uzun yıllardan bu yana ‘monşerler diplomasisi’nin Batı’ya ayarlı olduğunu, Ortadoğu ülkelerini görmezden geldiğini söyleyerek bugünlere geldiler. Ancak bugün muhafazakarların iktidarında Batılı müttefiklerimizle ilişkiler en alt düzeyde seyrettiği gibi, Ortadoğu ülkelerinden de dostluk hanemizde sadece Katar kaldı... Fetih ruhuyla gittiğimiz Suriye artık gündemimizde değil. Çünkü Suriye Esad ve Putin’e emanet... “Türkiye’nin güvenliği Afrika’dan başlar” sloganı ile giriştiğimiz Libya yolculuğun akıbeti ise biraz karışık. Şimdi ortaklık kurduğumuz başbakan istifa ediyor, görünen o ki bizim dışımızda, Fransa dahil pek çok aktör daha etkili bir konumda olacak.
Bir ülkede devletin kurumları değer kaybetmeye görsün sadece dış politikada değil, daha pek çok başlıkta kayıplar peş peşe gelmeye başlar. Mesela, ekonomide kurduğumuz pembe hayallere rağmen Türk parası değer kaybetmeye devam ediyor. Çünkü ekonomi rasyonalite ve piyasa kurallarıyla değil, doların yükselmesini “fantezi” olarak gören bir anlayış tarafından yönetiliyor. Mesela eğitimde geçen yılı kaybettik, öyle anlaşılıyor ki bu yılı da kaybedeceğiz. Zira salgının başlamasından bu yana 7 ay geçmiş olmasına rağmen, sadece bol bol konuşup hiçbir planlama yapmadığımız anlaşılıyor.
Peki neden? Çünkü “Türk Tipi” başkanlığın tabiatı akla, bilime, liyakate değil, her şeyin tepeden talimatlarla yapılmasını gerektirmektedir. Meselenin özü bundan ibarettir...