Kötüler çoğu zaman yalnız mıdır?
'Kötü olarak adlandırdıklarımız çoğu zaman yalnızdır. Kötü ile oyun oyna ve artık seni ısırmayacak.’
Bu sözler ünlü yönetmen Tim Burton’un “The Big Fish-Büyük Balık” filminden alınmış yakışıklı bir cümle... Malum Burton masalsı filmleriyle ünlü bir yönetmen. Elbette “Büyük Balık” da Edward Bloom adlı bir çocuğun masalsı hikayesini anlatıyor. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde pireler berber, develer tellal iken Bloom adlı bir çocuk yaşarmış yani...
The Big Fish, diğer tüm fantastik Tim Burton filmlerinden farklı bir özellik taşıyor. Burton Orta Çağ karanlığından günümüze taşıdığı yaratıklar yerine, bu kez Andersen Masalları’ndan seçilmiş karakterlere yer veriyor bu filminde. Hatta öyle ki Helena Bonham Carter bile bu filmde sarışın bir genç kız rolünde. Sarı nergisler, ışıklar, ütopik kasaba, sirk, fazla pırıltılı renklerle fantastik bir yolculuğa çıkabilirsiniz...
Kuşkusuz hayat sadece fantastik kurgulardan ibaret değildir. Ama bazen The Big Fish’de olduğu gibi fantastik bir kurgu, bizi alıp bir yerlere götürür. Hep olmak isteyip de olamadığımız, yaşamak isteyip de yaşayamadığımız, ancak özdeşleşmekten gurur duyacağımız karakterler ve hayatlar sunar bize. Çoğu zaman bu tür filmleri izledikten sonra kendi sıkıcı dünyamıza geri döneriz ama hayal kurmaya da devam ederiz. Çünkü böyle bir dünya, ihtiyacımız olan ‘hayal’i, modern dünyanın temposu içinde kaybolan büyüyü ve heyecanı verir bize.
Bilmem hiç düşündük mü, neden fantastik filmlerdeki karakterlere kendimizi daha yakın hissederiz? Kim bilir belki de The Big Fish’de olduğu gibi fantastik dünyadan, bilinmedik bir serüvenle karşımıza çıkan insan, gerçek ile fantastik olanın iç içe geçtiği büyülü bir dünya sunduğu içindir.
Edward Bloom sıradan bir insandır. İlginç tesadüflerin veya istisnaların girdabına kapılmış olabilir. Bu açıdan bakıldığında The Big Fish’in sürrealizm ve realizm arasında bir yerlerde seyrettiğini bile söyleyebiliriz. Bir bakıma gerçek hikaye ile fantastik hikaye arasında git-gellerin yaşandığı bir film The Big Fish...
Başkaları nasıl değerlendirir bilemem, ama ben Tim Burton’un bu filmini izlerken, tanımlanmış doğruların ya da yanlışların her zaman bu tanımlarla çok da örtüşmediği gibi bir izlenime kapıldım. Kim bilir belki bu da bir yanılsamadır...
Her ne kadar masalsı bir dünyanın büyülü atmosferinde mümkün değilmiş gibi gözükse de, galiba insan daha çok bu tür masalsı filmleri izlerken hayatın içindeki renklerin daha çok farkına varıyor. Çünkü reel dünyanın yüreğinizi burkan acımasızlıklarından uzaklaştıkça, iç dünyanızın zenginliğine daha çok yaklaşıyorsunuz. Ve aynı zamanda hayatın içindeki “iyilik” ve “kötülük” imgesinin nasıl bir döngü içinde seyrettiğini de daha yakından görme imkanına kavuşuyorsunuz.
İşte tam da bu yüzden kötü bildiklerimizin aslında derin bir yalnızlık içinde olduklarının altını çizmek gerekiyor. Belki de kötüler için en öldürücü olan bu yalnızlıktır. Zira biliyoruz ki antropolojik tarihimiz hayatta kalma başarımızın iş birliği yapabilme kabiliyetimize bağlı olduğunu göstermektedir. Avcı-toplayıcı dönemden günümüze dek süren insanoğlunun serüveni yalnızlığın değil, birlikteliğin tarihidir aynı zamanda... Eğer ısırmayacağından eminsek, belki kötülerle oyun oynamayı bile deneyebiliriz...