İyiliğin egemenliği için hukukun üstünlüğü

Müslüman toplumlar, son birkaç yüzyılda sömürgeler, işgaller yüzünden büyük travmalar ve özgüven bunalımı yaşadılar. Elbette bütün bu yaşanan acılar, İslam toplumlarının hafızasında derin yaralar açtı. Ve halen bu travmaların etkileri günümüzde de devam ediyor. Kuşkusuz yaşananları yok farz edemeyiz, ancak travmalarımıza sığınarak reel dünyadan da kopamayız. Unutmayalım ki sadece Müslüman toplumlarda değil, bütün bir insanlık aleminde insanlık onurunun çiğnendiği, sayısız hak ihlallerinin yaşandığı dönemler olmuş ve acılar yaşanmış, muhtemelen bundan sonra da yaşanmaya devam edecek. Önemli olan, travmalarımızla yaşamayı bir kader gibi görüp gerçek dünya ile bağımızı koparmamaktır.

Maalesef Müslüman dünya bir taraftan travmalarından beslenmeye devam ederken, bir taraftan da geçmişteki İslam medeniyetinin parlak günlerinin hülyasına dalarak gerçeklikle bağlarını koparmıştır. Oysa Müslümanlar o parlak medeniyeti dünyaya sırtlarını dönerek değil, bilgiye, tefekküre, adalete ve hakkaniyete önem vererek gerçekleştirdiler.

Dolayısıyla bugün İslam dünyasının bilimde, sanatta, felsefede, teknolojide, hukukta geri kalmasının suçunu bütünüyle Batı dünyasının üzerine atarak halen yaşamakta olduğumuz derin krizlerden çıkış yolu bulmamız mümkün değildir.

Eğer dinin bize önerdiği ‘iyiliğin egemenliği’ni sağlamak istiyorsak, öncelikle hakkaniyet temeline dayalı, hukukun üstünlüğünü esas alan, şeffaf ve denetlenebilir bir sistem inşa etmek zorundayız. Bunun da rasyonel yolu; insanlığın uzun tecrübeler sonunda elde ettiği, hakların güvence altına alındığı, ihlallerin asgariye indirildiği demokratik sistemdir. Çünkü; “Gücü ele geçiren insanın kişisel zaaflarının ortalığı kasıp kavurma tehlikesine karşı ortak aklın ve vicdanın devreye girmesine, ahlakın hakemliğine, hukukun üstünlüğüne, toplumsal adaletin tesisine ve güçlü bir kamu düzenine mutlaka ihtiyaç vardır.” (Ali Bardakoğlu, İslam’ı Doğru Anlıyor muyuz?, s.279)

Şunu açıkça ifade etmek gerekiyor ki, beşeri dünyanın sorunlarının çözümünde bilimi, aklı ve iradeyi devre dışı bırakarak, dini bütün sorunları çözecek sihirli bir formül gibi görmekten vazgeçmeliyiz. Çünkü bu dünyaya ilişkin sorunları dinin muhatabı olan insan çözecektir. Zaten insanın dünyada sınavda olmasının hikmeti de budur.

Eğer klasik İslam fıkhının, tarihin belli dönemlerinin sosyal, siyasi ve kültürel yapısı içindeki uygulamalarını hiçbir yorumsal değişime tabi tutmadan ve de dinin evrensel hitabını dikkate almadan bugün İslami bir model gibi uygulamaya kalkarsak hem yaşadığımız çağın dışında kalırız, hem de rahmet dini olan İslam’a zarar veririz.

Unutmayalım ki bugün İslam toplumlarında ortaya çıkan terör hareketleri, klasik İslam fıkhından aldıkları argümanlarla kendilerini meşrulaşmaya çalışmaktadırlar. Kafa kesen IŞİD’i hatırlayalım, bu örgüt ‘köle’, ‘cariye’ gibi kavramları İslam’ın emri olarak sunmaktan çekinmemektedir. Dolayısıyla fıkhın belli dönemlerdeki uygulamalarını esas alarak dinden ideolojik söylem üretmenin sonunun felaketle bitmesi kaçınılmazdır.

Tarihi tecrübeler göstermiştir ki hukukun, özgürlüklerin ideolojiler üzerine bina edilmesiyle oluşturulmuş bütün yönetim yapıları, temel hakları ve özgürlükleri koruyamadığı gibi ekonomik refahı, sosyal dokuyu zayıflatmış ve toplumsal çatışma riskini arttırmıştır.

Bugün İslam dünyasının yapması gereken; “İslam insan haklarına, kadın haklarına hep önem vermiştir, dolayısıyla Batı’nın hukukuna ihtiyacımız yok” diyerek kolaycı bir yaklaşımı dillendirmek yerine, insanlığın yüzyıllar içinde ürettiği insani ve hukuki değerleri de dikkate alarak hukukun üstünlüğüne dayalı hakkaniyetli bir sistemin oluşması için katkı sunmasıdır.

YORUMLAR (37)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
37 Yorum