İktidar ya da İslamcıların fukaralık öyküsü
Hemen işin başında ifade etmeliyim ki, başlıktaki ‘İslamcılık’ kelimesi aslında Türkiye’deki dindar-muhafazakar kesimin anlam haritasını tam karşılamıyor, bu yüzden de problemli bir tanımlama. Zira dindar kesimler kendilerini büyük oranda İslamcı değil, “Müslüman” ya da “dindar” olarak tanımlamaktadırlar.
Dolayısıyla dindarların siyasal alandaki rolü üzerinden yapılacak bir değerlendirmede, “siyasi İslamcılık” tanımlaması belki de daha doğru olacaktır. Mustafa Öztürk Hoca’nın İslamcılık konusundaki tespiti şöyle: “İslamcılık fikrinin ortaya çıkışı, genellikle XIX. Yüzyılın ikinci yarısıyla tarihlendirilir ve bu düşünce İslam dinini inanç, ahlak, siyaset, devlet ve hukuk gibi birçok bakımdan hayata hakim kılma, Müslümanlar arasında birlik ve dayanışma tesis ederek İslam alemini Batı karşısındaki çok yönlü mağlubiyetten ve taahhur badiresinden kurtarma odaklı bir arayış olarak tarif edilir. ...Osmanlı devletini kurtarma ideolojisi olarak tebarüz eden bir düşünce biçimidir.” (Yetkin Düşünce, sayı: 8)
Hangi tanımlama üzerinden değerlendirirsek değerlendirelim, son yıllarda İslamcılığın geldiği nokta hazin bir fotoğrafa işaret etmektedir.
Bir toplumda dindarlık bilincinin ne durumda olduğunu anlamak için dinin hayata, insanların davranışlarına nasıl yansıdığına bakmak gerekir. Dinin koyduğu hedefler elbette önemlidir, ancak dini kendileri için bir hayat biçimi olarak seçen bire bir insanların bu hedeflerin neresinde durduğu daha da önemlidir.
Ancak şunu belirtmek gerekiyor ki dindarlar, bir başka deyişle İslamcılar bilim, sanat, kültür alanlarında derinleşerek entelektüel bir arka plan oluşturmak yerine, siyaset yoluyla gücü kullanarak iktidarın ortağı olmayı tercih etmişlerdir. Bir bakıma iktidarı elde etme, İslamcılar açısından önemli hale gelmiştir. Elbette herkes gibi İslamcıların da iktidar talebi olması son derece doğaldır. Yanlış olan bütün enerjinin iktidar üzerine seferber edilmesidir.
Nitekim günümüz Türkiye’sinde İslamcılar iktidarla adeta özdeş bir hale gelmiş bulunmaktadırlar. Özellikle AK Parti iktidarıyla birlikte “İslamcı aydın” olarak tanımlayabileceğimiz bütün kesimler adeta buharlaşıp ortadan kaybolmuşlardır.
Oysa siyaseti besleyen o ülkenin aydınlarıdır, entelektüel birikimidir. “Siyasetin entelektüel üretimlerden beslenmediği yerde varılacak yer gücün meşrulaştırılması olacaktır. İslamcılık bu anlamda siyaset alanıyla mütenasip bir entelektüel birikim üretememiştir. Belki bugün çektiği en önemli sıkıntıyı burada aramak lazımdır.” (Prof. Dr. Mustafa Tekin, Yetkin Düşünce, sayı:8)
Kabul etmek gerekiyor ki bilimsel, kültürel ve sanatsal anlamda beslenme kaynaklarını kaybetmiş, ya da bunlara hiç ihtiyaç duymamış siyasal oluşumların kurduklarını sandıkları yapıların daralması ve hatta yok olması kaçınılmazdır.
Maalesef AK Parti, siyasetini farklı ve derinlikli bir entelektüel birikim üzerine inşa edemediği gibi, sınırlı sayıdaki entelektüeli de “Tek vatan, Tek millet, Tek bayrak, Tek devlet” benzeri ulusalcı sembollerle kuşatarak entelektüel bir fukaralığa mahkum etmiştir. Ve artık var olduğunu sandığımız İslamcı entelektüeller de gücün arkasına saklanarak ya güce övgüler düzmekte, ya da Soğuk Savaş döneminden kalma “emperyalizm” benzeri söylemlerle goygoyculuk yapmaktadırlar.
Tarihsel süreç içinde İslamcılığın serüvenine baktığımızda, daha çok tepkisel bir motivasyonla ortaya çıktığı için ideolojik karakterinin ağır bastığını, sivil ve özgürlükçü yanının ise evrensel ölçekte bir gelişme sağlayamadığını söylemek gerekiyor. Bu yüzden de İslamcıların demokrasiyle ilişkisi, yanında durdukları iktidarların rengine göre şekillenmiş ve hiçbir zaman sahici bir ilişkiye dönüşememiştir. Mesela Demokrat Parti döneminde İslamcıların duruşu, İslami sembollerin Türklük ve milliyetçilik hassasiyetleriyle bütünleştiği bir görünüm arzederken, Refah Partisi’yle daha ideolojik bir renge bürünmüştür. Ancak hemen belirtelim, her iki dönemde de İslamcı entelektüeller siyasal alanla hiçbir zaman organik bağ içine girmemişler, bilimsel, kültürel ve sanatsal anlamda daha bağımsız bir arayış içinde olmuşlardır.
Günümüzdeki İslamcı entelektüellerin (eğer kaldıysa) en bariz özelliği ise, iktidarın söylemlerini en küçük bir değişikliğe bile tabi tutmadan aynen tekrarlamalarıdır. Eğer iktidar memleketin bir ‘beka’ tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu ve bu yüzden İstiklal mücadelesi verdiğimizi söylüyorsa, İslamcı aydınlar bunu bir emir telakki edip en ön safta yerlerini almaktadırlar. Kendilerini iktidarla öylesine özdeşleştirmişlerdir ki, artık onlar için hakka-hukuka riayetsizliğin, insan hakları ihlallerinin, özgürlüklere yapılan baskıların bile hiçbir önemi yoktur.