Hilafet masalı…
Öncelikle bir cehaletin altını çizmekte yarar var, bir kere bu bir ‘hilafet bayrağı’ değil. Ama biz, okumuşumuzdan sokaktaki vatandaşa kadar palavraları seven bir toplum olduğumuz için ne olduğunu bile bilmediğimiz bir bayrağı görür görmez “Hilafet çağrısı yaptı, eyvah şeriat geliyor” diyerek galeyana gelmeyi çok seviyoruz. Geçmişte sağ kesimlerin de buna benzer palavra sloganları vardı: “Eyvah komünistler geliyor…” gibi mesela…
Maalesef İslam toplumlarında ‘hilafet’, sanki dinle özdeş bir kavrammış gibi algılanmaktadır. Oysa biliyoruz ki özellikle dört halife sonrasında ‘hilafet’ kavramı saltanat rejimlerine meşruiyet kazandırma mekanizması olarak kullanılmıştır. Ve kesinlikle hiçbir kutsallığı yoktur.
Ne yazık ki İslam siyaset geleneğinin sicili bu konuda çok parlak değil, mesela Maverdi ve Gazali, despot sultanlara meşruiyet sağlayan fetvalar bile vermişlerdir.
Kralların, sultanların Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olarak gören Maverdi diyor ki: “Allah bitkileri cansız varlıklara, hayvanları bitkilere, insanları hayvanlara üstün kıldı, sonra Allah (cc) tıpkı insanı diğer varlıklara üstün kıldığı gibi birçok yönden kralları da insan katmanlarına üstün kılmıştır… Hiç kimse fazilete kraldan daha layık değildir ve derece bakımından hiç kimse onlardan daha üstün değildir. Çünkü insanlar onların emri altına girmiş, onların hizmetine koşmuştur. Ve ayrıca krallardın insanlara emretme ve yasak koyma yetkisini elinde bulunduranlar.” (Muhammed Abid el-Cabiri, Arap Ahlaki Aklı, s.295)
Görüldüğü gibi ‘hilafet’ kavramı, İslam tarihinin belli dönemlerinde kralları, sultanları, padişahları yönettikleri ahalinin eleştirilerinden korumak, kayıtsız şartsız itaat içinde olmalarını sağlamak için icat edilmiş çok önemli bir aparattır, o kadar… Geçtiğimiz hafta Akif Beki’nin yazısında şık bir şekilde ifade ettiği “Sultanlara evliya hırkası giydirmek” gibi bir şey yani…
Bir kere yaşadığımız yüzyılda hala ‘hilafet’ tartışması yapıyor olmamızı anlamsız ve de boşa zaman harcama olarak gördüğümü belirtmem gerekiyor. Ama bir gerçek var ki Türkiye dahil hemen bütün Müslüman ülkelerde sayıları az da olsa ‘hilafet’ ve ‘şeriat devleti’ hayali kuranların var olduğu da bir vakıa. Bu arada ‘hilafet’ kelimesini duyur duymaz, neredeyse bütün dindarlara karşı o meşhur ‘korku’ refleksleriyle hücuma geçen ve olur olmaz her yerde “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganıyla palavradan ‘laikçilik’ oynayanları da bir yere not etmekte yarar var.
Eğer açık yüreklilikle ifade etmek gerekirse, günümüz Türkiye’sinde “Bir şeriat devletine sahip olsaydık, başımızda bir halife olsaydı bugün bu hallerde olmazdık” benzeri özlemleri dillendirenlerin Kur’an’ın mesajını da Hz. Peygamber’i de anlamadıkları bir gerçek. Açıkça ifade etmek gerekirse, halifelik kavramı üzerinden sultanlara, padişahlara itaat etmeyi dini bir vecibe gibi gören bu zihniyetin bir tek amacı olabilir; despotlara ‘evliya hırkası’ giydirmek…
Oysa her zaman altını çizmeye çalıştığımız gibi İslam’ın bir devlet modeli önerisi yoktur, bu dünyada oluşturacağımız yönetim modelleri tamamen beşeri iradeye bırakılmıştır.
Genellikle bir ‘sürü’ zihniyeti ile hareket ederek başlarında sultan, kral ve padişah görme hayali kuranlara Hz. Peygamber’in şu sözlerini bir kez daha hatırlatmakta yarar var: “Ben ne kralım ne de sultan, kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum.”
Esas itibariyle bireyi muhatap alan Kur’an, insanları sürü olarak değil, kendi iradeleriyle seçim yapma özgürlüğüne sahip varlıklar olarak tanımlamıştır. Dolayısıyla 21. Yüzyılda hala başlarına bir halife bekleyenlerin, Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’i yeni baştan anlamaya çalışmalarında sayısız faydalar olduğu kanaatindeyim.
Müslüman toplumların mevcut açmazlarından kurtulabilmeleri konusunda önemli tespitlerde bulunan siyaset bilimci Abdulvahhap el-Efendi’nin şu sözleri bu açıdan zihin açıcı bir nitelik taşıyor: “Bazı Müslümanlar, halifeye, toplumu bilinçlerine karşı gelmeye zorlama hakkını vererek, hilafetle Tanrı’yı aynileştirdiler. Bu halifeyi bir aziz, toplumu da bu hikmetli azizin güdümünde yeteneksiz ve günahkar bir raiye (sürü) olarak gören anlayışın bir ürünüydü. Sürüden esirgenen hürriyet çobana tanındı ve çobanlar giderek birer kurt haline geldiler.” (Nasıl Bir Devlet, s.150)