Hem Beethooven hem de Dede Efendi dinleyemez miyiz?
Zaman zaman memleketin gidişatından, insan ilişkilerindeki riyakarlıktan ve insanların ahlaki anlamdaki duruşlarından şikayet ederiz. Elbette şikayetlerimizde haklı da olabiliriz. Ancak bunu yaparken çoğu kez kendimizi bu parantezin dışına çıkarmaya da özen gösteririz. Oysa hepimiz aynı toplumsal atmosferde yaşıyoruz ve benzer zaaflarla mamul durumdayız. Bu yüzden kendimize ayna tutmaktan, gerektiğinde zaaflarımızla yüzleşmekten çekinmemeliyiz, çünkü bu aynı zamanda insan olmanın bir erdemidir. Unutmayalım ki dünya bizden bağımsız değil ve bizimle birlikte dönüyor.
Niyetim kimseye ahlak dersi vermek değil, kendimi de dahil ederek her birimizin ne kadar sahici bir hayat isteyip istemediğini anlamaya çalışmak... Biliyoruz ki kimi zaman mahalle baskısı yüzünden, kimi zaman da saygınlığımıza halel gelir endişesiyle sahici tavırlar sergilemekten kaçınıyoruz, daha doğrusu herkese numara çekiyoruz.
Zaman zaman okurlar ve bazı dostlarım, caz dinlediğim ve de caz yazıları yazdığım için sitem ediyorlar: “Hafız adama caz yakışıyor mu, haydi dinliyorsun bunu yazarak herkese duyurmanın ne alemi var?” Yani benim numara çekerek, mürailik yapmamı istiyorlar. Ayrıca hafızlar neden caz dinlemesin ki... Bildiğim kadarıyla caz dinlemeyi yasaklayan bir ayet ya da hadis yok...
Eğer insanların benimle ilgili olumsuz kanaatlere sahip olacakları endişesiyle müzik (caz) dinlediğimi gizlersem, bu erdemlilik değil, ahlaki bir zaaf göstergesi olur.
Şunu açık yüreklilikle ifade edeyim, ben müziği hayatımın vazgeçilmez bir parçası olarak görüyorum. Bu yüzden de yine müzik diyorum ve bu kez caz değil, klasik müzik yolculuğuna çıkıyorum. Evet bir cazkoliğim ama, aynı zamanda klasik müzik hayranıyım. Benim için Beethooven de, Dede efendi de bir dehadır ve insanlık ruhunu terennüm eden zirve sanatçılardır.
Yahya Kemal’in “Ölünce ülkede muhteşem bir güneş battı” dediği Dede Efendi ya da tam adıyla Hammâmizâde İsmail Dede Efendi’dir. Büyük dâhinin üç yaşındaki oğlunun vefatı üzerine bestelediği Beyati eserinin şu dizeleri hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak ölçüde muhteşemdir.
/Bir gonca –femin yâresi vardır ciğerimde
Âteş dökülürse yeridir âh-ı serimde
Her lâhza hayâli duruyor dîdelerimde
Takdire nedir çâre bu varmış kaderimde/
Aynı şekilde Klasik Batı müziğinin önemli temsilcilerinden birisi olan Ludwing van Beethooven de dahi bir müzisyendir. Beethooven diyor ki: “Tanrı bazı müzisyenlerin kulağına fısıldıyor; ama benim kulağıma bağırıyor ve bu yüzden sağır oldum.”
Bilindiği gibi Beethooven’in hayatının büyük trajedisi onun sağırlığıydı. Büyük müzik eserlerinin bestecisi, bilinmeyen bir hastalık nedeniyle işitme duyusunu yitirdi ve bu nedenle yarattığı dehayı tümüyle takdir edemedi. 9. Senfoniyi tamamen sağır olduğu bir dönemde bestelemiştir. Ve 9. Senfoninin ilk konserini de bizzat kendisi yönetmiştir. Ama ne yazık ki bitişteki o çılgın alkışları hiçbir zaman duyamamıştır...
Zamanla sessizliğe, yalnızlığa gömülen dahi müzisyen bestelediği eserleri kulağı ile değil, artık sadece zihninin deriliklerinde dinleyebiliyordu.
İnsanlığın ortak kültür mirasından hareketle şöyle bir tespitte bulunmak sanırım daha hakkaniyetli olacaktır. Aslında Itri ile Bach, Beethooven’le Dede Efendi, ya da Aşık Veysel’le Mozart farklı dilleri konuşsalar da nihai olarak insanlığın ortak şarkısını söylüyorlardı. Bu konuda Nurettin Topçu’nun “Yarınki Türkiye” kitabındaki şu cümlenin altını özellikle çizmek gerekiyor: “Mimar Sinan’la Michelange arasında, İsmail Dede ile Chopin arasında, Yunus ile St. Jean Delacroix arasında ruh beraberlikleri buluyoruz.”
Kısacası İsmail Dede Efendi’yi dinlerken nasıl bir ruh zenginliği yaşıyorsak, Beethooven’in 9. Senfonisini dinlerken de benzer ruh zenginlikleri yaşayabilir ve iç dünyamızın büyük denizlerine açılabiliriz. Yeter ki zihnimizi hamasetin ve ideolojilerin vesayetine teslim etmeyelim.