Güzellik havarisi sanatçılar da olmasa...
Karantina günlerinde ev hapsinde olmak fevkalade sıkıcı bir durumdu, ama aynı zamanda insanın kendi içine dönmesi açısından son derece verimliydi. Düşünün her gün adeta bir çalışma disiplini içinde bıkıp usanmadan kitap okuyorsunuz, film izliyorsunuz, müzik dinliyorsunuz...
Doğrusu içinde bulunduğum günün Pazar mı, Pazartesi mi olduğunu hiç merak etmiyorum, zaten böyle zamanlarda günlerin bir önemi de kalmıyor. İşte o günlerden bir gün... Televizyonda “yaratıcılık”la ilgili belgesel tadında bir film izliyorum. Yazarlar, şairler, romancılar, müzisyenler, aktörler, aktristler, yönetmenler, modacılar, bilim insanları konuşuyor ve ‘yaratıcılık’ konusunda düşüncelerini anlatıyorlar.
Bir ara, favorilerimden birisi olan usta yönetmen Wim Wenders’in yaratıcılık bağlamında söylediği şu cümlesi zihnimde yankılanıyor: “Bir gün Papa ile konuşurken bana dedi ki: Sanatçı güzellik havarisidir.” Covid-19 salgınının hayatımızı cehenneme çevirdiği şu günlerde şiirin, müziğin, sinemanın yaratıcı iklimine tutunabilmek ne büyük bir şans, iyi ki güzellik havarileri var...
Wim Wenders’i dinlerken bir anda yıllar önce izlediğim o meşhur “Paris Texas” filmini hatırlıyorum. Paris,Texas için tam bir yol filmi diyemeyiz belki, ama şu ana kadar izlediğim en güzel filmlerden birisi olduğu kesin. Ünlü rock grubu U2, The Joshua Tree albümleri sırasında Paris-Texas filminin kendileri için önemli bir ilham kaynağı olduğunu söylemişti. Kurt Cobain de kendisi için Paris-Texas’ın tüm zamanların en favori filmi olduğunun altını çiziyor.
68 kuşağının yeni bir yaşam biçimi arama sevdasına kapılan çocuklarından olan Wim Wenders, bu ruhun sinemadaki en önemli temsilcilerindendir. Sanatsal kariyerine Avrupa Sanat Sineması’nın adeta okulu niteliğini taşıyan Yeni Alman Sineması akımının bir parçası olarak başlayan Wenders, zamanla onu sinema diline dönüştürerek bir üst düzeye taşımayı başarmıştır.
Kısacık ömrümüzde yaşadığımız hayal kırıklıklarının dayanılmaz ağırlığı, unutmanın tek yolu olan aşkı bulmanın, kaybetmenin ve tekrar armanın yolculuğu Paris Texas... Ya da içimizde yarattığımız dünyanın ve o dünyanın gerçeklikleri tarafından her anlamda parçalanmasının filmi...
Paris Texas’ın önemli karakteri Travis, tıpkı insansız ve medeniyetsiz bir “çöl” gibi yitip gider o sonsuzluğun çölünde adeta... Eğer birisi görüp abisine haber vermese travma yaşayan Travis, geçmişini, hatta kendini unutup, belleksiz ve aşkınlık içinde çölde buharlaşabilir... Bu bir bakıma medeniyetin “sıfırlanmış” bir hali, “bütünlük arayışı”nın iflasıdır sanki.
Bize “dünyanın hali”ni betimleyen Travis’in çöldeki yolculuğu ayak izlerimizin rüzgârla buharlaştığı, sessiz ve insansız bir şiirin uzayıp giden dizeleri gibidir adeta... Nietzsche’nin tarifiyle “Bireyin merkezden X’e doğru yuvarlanması” gibi bir bakıma...
Sanatlog.com’daki yazısında Travis’in arayışını dinsel bir dayanağı kalmayan insanoğlunun içine yuvarlandığı uçurumun distopyası olarak tanımlayan Hakan Bilge ilginç bir tespitte bulunuyor: “Wenders’in bu sıkışmışlığa, bu boğuntuya alternatif olarak sunduğu şey: Travis’in ‘sahte’ medeniyete, bir yanılsama olarak tanımlayabileceğimiz ‘mutluluğa’ yeniden dönmek için aşkı yeniden aramaya çıkması, geçmişinin izini sürmesi, heyecanı yeniden diriltmek ümidiyle girişimlerde bulunması. Peki, aşk sonsuz mu? Biten bir aşk bir Anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğabilir mi? Bu umutsuz çırpınışta yollarımız Travis’le birlikte bizi eski karısına (Nastassia Kinski), onun çalıştığı yere ayak bastırıyor: mahremiyetin sınırlarının ‘gönüllü’ olarak aşıldığı yere, röntgenciliğin başat bir unsur biçiminde algılandığı gösteri dünyasına.”