Dostumuz Putin’in yeni yıl hediyesi mülteciler...
Epey bir süredir Rusya ve İran’la Astana süreçleri yürütülüyor, bu üçlü zirvelerde sayısız anlaşmalar yapıldı, mutabakat metinleri imzalandı. Tek hedef; İdlip’te sivillerin korunması ve sürecin insani bir felakete yol açmadan salimen sonuçlandırılmasıydı. Hatta en son Putin’le Erdoğan arasında yapılan yüz yüz görüşmede de mesele bütün ayrıntılarıyla görüşülmüştü.
Ancak ne yazık ki bütün bu zirvelerin, yüz yüze görüşmelerin sahadaki sonuçları başka türlü tezahür ediyor. Rusya hava destekli Suriye ordusu neredeyse her gün İdlip’i bombalıyor, siviller, çocuklar ölüyor. Bombalardan kaçan 50 bine yakın göçmen dalgası konvoylar halinde ülkemizin sınırlarına dayanmış durumda. Kısacası bir türlü toz konduramadığımız dostumuz Putin, yeni yıl hediyesi olarak bize yeni mülteciler gönderiyor.
Bu manzara karşısında Türkiye, yüksek sesle Batı’ya “Oldu, oldu olmadı; biz de kapıları açmak zorunda kalırız. Destek verecekseniz verin. Vermeyecekseniz kusura bakmayı bir yere kadar katlandık katlanıyoruz. AB ve Batı dünyasından gereken desteği alamadık almak için de bunu yapmak zorunda kalabiliriz” uyarılarında bulunuyor. İyi güzel de bu felaketin baş müsebbibi olan Putin’e dönüp “Ey Putin! Bu katliamı durdur, yoksa mültecileri size göndeririz” diyemeyecek miyiz?
Hani Amerika ve Rusya ile ayrı ayrı mutabakatlar imzalamıştık, buna göre YPG-PKK’yı 30 kilometre geriye çekeceklerdi... Oysa YPG olduğu yerde duruyor, bu da yetmiyormuş gibi Rusya YPG’yi eğitmeye ve onlarla iş tutarak Esad rejimini sınırımıza yerleştirmeye devam ediyor. Öyle anlaşılıyor ki bütün dostluk gösterilerine rağmen, Rusya ve ABD aralarındaki zımni anlaşmayla Suriye’deki varlıklarını daha da tahkim ederek bizi sessiz sedasız devre dışı bırakmış bulunuyorlar.
Maalesef Suriye’de askeri ve politik hedeflerine ulaşamayan Türkiye, Libya’ya çıkartmaya yapmaya hazırlanıyor, ama Libya’da diplomasi kartlarımızın gücü daha zayıf. Çünkü bu kez ABD, Rusya, AB ve Arap ülkeleri dahil önemli güç merkezlerini karşımıza almış bulunuyoruz. Mesela Suriye’deki partnerimiz Libya’da artık bizimle değil, bize düşmanlık besleyen Hafter’le birlikte... Eğer Libya’da Ulusal Mutabakat Hükümeti kaybederse, doğal olarak biz de onunla birlikte kaybetmiş olacağız. Elbette Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki enerji denkleminde yer alma hakkı var ve bunun mücadelesini de vermek durumunda. Ancak bütün bu adımları atarken, uluslararası camiayı karşımıza almak gibi bir lüksümüz de yok. Ne yazık ki son dönemde dış politikada dostlarımızı azaltan bir diplomasi fotoğrafıyla karşı karşıyayız. Unutmayalım ki Montrö’yü çöpe atma gibi absürt işlerle uğraşmak, dostlarımızı arttırmak için bir fayda sağlamayacaktır. Hele “S-400’leri aldık, yenilerini de alırız” diyerek ABD yaptırımlarına meydan okumak hiç değil...
Şu anda adeta yedi düvele karşı adeta savaş açmış durumdayız. Avrupa Birliği’ne kızgınız, Ortadoğu’da Katar dışında neredeyse hiçbir dostumuz kalmamış durumda. Amerika’da ise bir tek tutunacak dalımız Trump var, onun da yarın rüzgar tersten estiğinde nereye döneceğinden emin değiliz.
Maalesef dış politikada meydan okumanın bir strateji haline gelmesi, Türkiye’yi gerek bölgesel, gerekse küresel ölçekte bir yalnızlık koridoruna hapsetmiş bulunuyor. Hiçbir diplomasi bilgisine sahip olmayan insanların bile farkında olduğu bir gerçek var ki, dış politikanın temel hedefi; uluslararası alanda devletin ve milletin başını derde sokmamak ve var olan sorunları diplomatik bir maharetle çözmektir.