Demokrasinin ‘sürüden ayrılanlar’a ihtiyacı var
Bugün en ehven yönetim sistemi olan demokrasi, insanlığın uzun ve meşakkatli tecrübeleri sonucunda elde edilmiştir.
Tarihin ilk dönemlerinden bu yana farklı toplumlarda iş başına geçen firavunların, sultanların, kralların, diktatörlerin, padişahların yönetimi altında yaşamış olan insanların tecrübeleri aklın ve bilimin rehberliği ile buluşarak fikirlerin ve malların serbestçe dolaşımını sağlayan demokrasiyi ortaya çıkarmıştır.
Özü itibariyle özgürlükler ve insan hakları temeline dayalı olan demokratik sistemin sürdürülebilir kılınması için, her zaman serbest tartışmaya, itirazlara ve eleştiriye açık bir ortama ihtiyacı vardır. Bu öylesine bir ihtiyaçtır ki, eğer sistemin kapılarını eleştirel düşünceye kapatırsanız adı ister parlamenter, isterse başkanlık olsun sonunda kurduğunuz bu sistemin, geçmişteki kralları ve diktatörleri bile aratacak bir seçilmişler despotizmi olması kaçınılmaz hale gelebilir.
Tarihin farklı toplumlarında mutlakıyet rejimlerinden özgür düşünceye ve hukukun üstünlüğüne geçiş sürecinde yaşanan tecrübeler göstermiştir ki, sistemin özünü oluşturan temel evrensel değerler kadar “emir kulu” olmayan, bağımsız düşünmeyi becerebilen, yani “sürüden ayrılma”yı göze alabilenler sayesinde güçlü bir demokrasi inşa edilebilmektedir.
Biliyoruz ki gerek tarihsel süreçte, gerekse günümüzde “sürüden ayrılanlar”, hakkaniyet adına itiraz edenler hep “hain” ilan edilmişlerdir. Bağımsız düşünce adına sürüden ayrılmayı göze alabilen “gizli kahramanlar”ın demokrasi için ne kadar değerli olduğunu anlayabilmek için, sanırım günümüzün sahte kurtarıcıları haline gelen otoriter ve popülist liderlere bakmak yeterli olacaktır.
Bu konuda Taha Akyol’un yeni çıkan “Onlar da Kahramandı” kitabında güce boyun eğmeyen gizli kahramanların, aslında demokrasinin kalitesinin yükselmesinde ve de sürdürülebilir kılınmasında ne kadar önemli bir görev ifa ettiklerini daha iyi anlıyoruz.
Taha Akyol’un kitabında dünyada ve Türkiye’de yaşanmış somut olaylar ve kişiler üzerinden verdiği örneklerde de görüldüğü gibi, her türlü kaybı göze alarak doğru bildiklerini söyleme cesareti gösterebilenlerin ve itiraz eden aydınların, siyasetçilerin, hukukçuların sayısı çok da fazla değil. Bu örnekler içinde ABD başkanlarından John F. Kennedy’nin 1956’da yayımlanan “Fazilet Mücadelesi” kitabında sözünü ettiği Cumhuriyetçi Kansas senatörü Edmund Gibson Ross’un hikayesi, kuvvetler ayrılığının önemi açısından bugün bile ibret verici...
Hikaye özetle şöyle: Senatör Ross ateşli bir Cumhuriyetçiydi, Başkan Johnson’a şiddetle muhalifti, köleliğe öfke duyuyordu ve ömrü boyunca kölelikle mücadele etmişti. 5 Mart 1868 günü Senato’da Demokrat başkan Johnson için sorgulama ve yargılama (impeachment) müzakereleri başlamıştı. Senato’daki Cumhuriyetçi ve Demokrat dengesine göre, başkanın ‘suçlu’ ya da ‘suçsuz’ olmasını belirleyecek olan bir kritik oya ihtiyaç vardı. Senatör Ross’un seçmenleri “İhanet etme, suçludur diye oy kullan” şeklinde toplu imzalı dilekçeler, mesajlar gönderdiler. Ama o partizanca duygularla değil, denge-denetim ve kuvvetler ayrılığı prensiplerine göre hareket etti, Johnson için “suçsuz” oyu verdi.
Akyol’un kitabında bizim tarihimizden de benzer “fazilet kahramanları” hikayeleri yer alıyor. Mesela vatan şairi Namık Kemal’in yargılanması... Mahkeme başkanı Suphi Paşa, bu davada padişahın “emir kulu” gibi değil, bağımsız bir hukuk insanı gibi davranmıştır.
Padişah II. Abdülhamid bizzat eniştesi Mahmud Celaleddin Paşa’yı göndererek Suphi Paşa’dan “Şan-ı sadakate layık bir karar” vermesini, yani Namık Kemal’i mahkum etmesini ister. Suphi Paşa, “Merak etmeyin adaletin gereğini yapacağım” cevabını verir. Ancak mahkeme Namık Kemal’in beraatine karar verir. Kızı yıllar sonra Suphi Paşa’ya “Hünkardan korkmadınız mı” diye sorduğunda adalet tarihine altın harflerle yazılacak şu cevabı verir: “İki adalet vardır, padişahın adaleti ve Allah’ın adaleti… Yarın hünkarın da benim de huzuruna çıkacağımız adaletten korkarım ben…”
Maalesef Türkiye, 21. Yüzyılda bile özgürlükler ve hukukun üstünlüğü konusunda ideolojik kimliklerin, cemaatçi ve otoriter yapıların davranış kalıplarından kurtulabilmiş değil. Bu yüzden “itaat kültürü”nün dışına çıkarak bağımsız düşünebilen aydınlara, hukukçulara ve siyasetçilere her zamankinden daha çok ihtiyaç var.