Demokrasinin krizi, birlikte yaşama kültürü ile aşılabilir
Liberalizm ve demokrasi kavramları temelleri itibariyle birbirinden farklı iki gelenekten geliyor olmalarına rağmen, giderek öylesine bütünleştiler ki, bugün demokrasi denildiğinde akla liberal demokrasi gelmektedir.
Sosyalizmin bitişi sonrasında, serbest piyasa ekonomisi ile liberal demokrasinin artık alternatifsiz bir demokrasi tipi olduğuna inanılıyordu. Ancak liberal demokrasinin başta küreselleşme olmak üzere kapitalist sistemin yarattığı eşitsizlikler yüzünden bir kriz içine girmiştir. Bu yeni durum liberal demokrasinin alternatifsiz ve üstün bir model olduğu düşüncesini tartışmalı hale getirmiş bulunuyor. Avrupa’da krizden çıkış için liberal demokrasiye alternatif oluşturacak farklı demokrasi düşünceleri ileri sürülmüştür. Halkın etkin bir şekilde yönetime katılımını öneren Habermas’ın öncülüğünü yaptığı “müzakereci demokrasi” kuramı bunlardan en önemlisidir. Habermas bütün insanların katılabileceği bir müzakere sürecine işaret eder. Bireyler bu süreç içerisinde hiçbir sınırlama olmaksızın sürece katılmada özgür ve eşittir.
***
Günümüzde liberal demokrasinin artık ciddi bir kriz yaşadığını biliyoruz. Özellikle kapitalizmin günahlarının liberal demokrasiye fatura edildiği de bir gerçek. En önemlisi de kapitalizmin yarattığı krizin aynı zamanda demokrasinin krizi olarak algılanmasıdır. Çünkü liberal demokratik değerler dünyada eşit dağıtılmamaktadır, esas itibariyle bunun en önemli nedeni de hiçbir ahlaki ilkeyle kendini bağlı hissetmeyen kapitalizmin sınır tanımayan eşitsizliğidir.
Küresel ekonomik şartların kültürel kimlikleri alabildiğince tahrip ettiği bir dünyada, hem bireysel ve toplumsal özgürlük alanını muhafaza edebilmek, hem de birlikte yaşamayı gerçekleştirebilmek için “özne” düşüncesinin daha belirgin hale gelme zarureti bulunmaktadır. Yani hepimiz kendimizi birer özne olarak inşa edemediğimiz sürece farklılıklarımızı korumamız da mümkün değildir. Ve en önemlisi de, kendi hayatımızın bir öznesi olarak varoluşumuzu sürdürebilmemizin garantisi olan yasaları, kurumları ve toplumsal örgütlenme biçimlerini oluşturamadığımız sürece birlikte yaşamayı başaramayız.
Giderek genişleyen bir çoğunluğun özel yaşamını ve kamu yaşamını her yönüyle istila eden dünyasallaşmış bir toplumda yaşadığımızın altını çizen ve böyle bir dünyada ancak karşılıklı olarak birbirimizi birer “özne” olarak kabul ettiğimizde, birlikte ve farklılıklarımızla yaşayabileceğimizi belirten Fransız yazar Alain Touraine şöyle bir tespitte bulunuyor: “Otoriter erkler, düşünceleri ve inanışları birbirinden farklı olan birey ve öbeklere mutlak bir denetim biçimini dayatmak için toplumu kültürel anlamda birleştirmeyi, bütünleştirmeyi istediler. Bu erkler, us olsun, ulus olsun, ırk olsun ya da din olsun, kültürel anlamda birleştirici bir ilkeyle özdeşleştikçe yönettikleri toplumu da totaliter bir cehenneme doğru sürüklerler.” (birlikte yaşayabilecek miyiz?, s.203)
***
İnsanın “özne” olması bağlamında disiplinler arası yapılan bütün tanımların ortak noktası, insanın düşünen bir varlık olduğudur. Ve bütün tanımlar varlığını düşünme niteliğine, yani akla borçludur.
Kuran, melek ile insan arasındaki farkın, insanın akıl sahibi ve özgür iradeli bir varlık olarak iyiyi de kötüyü de yapabilecek güce sahip olduğuna ve en mükemmel şekilde yaratıldığına işaret etmektedir. “Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık” (Tin: 95/4)
Dolayısıyla birey olabilmenin en önemli göstergesi, bireyin kendi kararlarını bizzat kendisi olarak alabilmesi ve sorumluluğunun bilincinde olmasını gerektirmektedir. Ayrıca Allah’ın yarattığı en mükemmel varlık olarak ayakta kalabilmesi için birey olmak, gerçek özne olabilmek şarttır. İnsanın, birey olarak kalabilmesi, benlik sahibi olması bencillik ya da “bireycilik” olarak algılanmamalıdır. Yani insanın kendi varlığının bilincinde olması, asla benmerkezcilik demek değildir.