Bazen kendimizi şarkı söyleyerek atarız uçuruma
Stefan Zweig, Almanların en büyük trajedi şairi Kleist için “Kleist’ten daha fevkalade ölen olmamıştır.
Ölümle arasında hiçbir ‘ölüm’ onunki gibi böyle müzikle kendinden geçmiş, böyle baştan başa sarhoşluk ve coşku değildir. Şarkı söyleyerek atar kendini uçuruma” der.
Bazen hayatın ve güç sarhoşu otokratların zalimliği karşısında, müthiş bir korkulu bakışla ürküp geri çekiliriz. Çünkü güç tanrısı zalimlerin hayatımızı her türlü canlılığın ve her türlü var olmuş olanın nasıl dışına savurduğunu çok tarjik bir şekilde görürüz.
Biliriz ki hayatın anlamı hayatın kendisinden daha değerlidir. Zira bazen hayatımızın akışı içinde öyle bir basamağa ulaşmak zorunda kalırız ki, orada artık son bilgi ölümcüldür, ışık yakına gelir ve bakışımız körelir...
Ve yukarı giden bu son adımlar, kaderin trajedisindeki en unutulmaz anlardır. Bilerek ve isteyerek hayatımızın yüceliğinden müziğin derinlerine bırakırız kendimizi... İşte yokluğun derinliğinde çaresiz kaldığımızı hissettiğimiz anlarda müziğin ritmiyle ruhumuzun daha tutkulu, sözün daha coşkulu ve ahenkli olduğunu fark ederiz.
Bir blues şarkısının lirik çığlığında ruhumuz allak bullak olur, hiç durmayan bir dalgaya dönüşür ve batışın girdabına kadar dolaşır da dolaşır...
Blues pamuk tarlalarında yükselen hüznün müziğidir. Ulus Baker’in şu cümlesi tarife ihtiyaç duyulmayacak kadar açıktır: “Hüzün geriye kalandır. Biraz blues dinleyin benim için.”
Bilindiği gibi insanlık tarihinin en yüz kızartıcı olayı köle ticaretidir ve bu ayıp 400 yıldan fazla sürmüştür. Yeni kıta Amerika’nın verimli topraklarında bolca yetişen pamuk ve şeker kamışı köleler tarafından toplanır ve köleler tarafından nakliyesi yapılırdı. Köleler günde on beş saatten fazla çalışmak zorundaydılar. İşini aksatanlar kırbaç cezasına çarptırılır, kaçanlar ise mutlaka yakalanır ve herkesin gözü önünde idam edilirdi. İnsanlık tarihinin yaşadığı bu en büyük dramı beyaz adam, Tanrı’ya, İncil’e ve İsa’ya rağmen sürdürmüştür.
İşte köleler bütün bu acılara müzik sayesinde katlanabilmişlerdir. Ama her zaman neşe, mutluluk ve coşkulu ritmin yerini korku ve hüzün almıştır. Tarlaya giderken, ürün toplarken, demiryolu döşerken, hamallık yaparken, kamçılanırken mırıldandıkları sesler blues ‘dur. Çünkü blues hüzün demektir, hüzünse kölenin kendisidir.
Siyah insanların pamuk tarlalarındaki bu hüzünlü haykırışı, daha sonraları sahnelerde ve plak kayıtlarında devam etmiştir. Ve bu Klasik Blues’un imparatoriçesi ise Bessie Smith’dir. 1920’lerdeki kadın blues şarkıcılarının en iyisidir, ırk ayrımının zirve yaptığı yıllarda eserlerini vermiştir. Çocukluğunda çektiği acıları, yoklukları anlatır şarkılarında... Bugünlere ulaşan kayıtları çok iyi değildir, ama olağanüstüdür.
Bessie Smith, uluslararası üne kavuşmasına rağmen yoksul çocukluk günlerini asla unutmamıştır. 1928 yılında kaydedilen “Poor Man’s Blues” acıların ve çilelerin çığlığıdır...
/Zengin beyefendi, zengin adam aç
yüreğini ve kafanı
yardım et bitsin bu zor mu zor zamanlar,
yoksula şans tanı
villanda yaşarken bilemezsin zor zamanların anlamını
yoksul ardamın karısı ölüyor açlıktan,
kraliçeler gibi seninkinin yaşamı/
Blues, bugün hala severek dinlediğimiz pek çok sanatçıyı etkilemiş ve onların beslendiği müzikal bir kaynak olmuştur. Mesela ABD’li siyahi boksör Rubin ‘Hurricane’ Carter’ın haksız yere uzun yıllar hapis yatmasını anlattığı “Hurricane” şarkısıyla Bob Dylan, blues’dan müthiş derece beslenen Led Zeppelin, ismini Muddy Waters’ın şarkısından alan Rolling Stones popüler örneklerdir.
Eğer bugün hala düşüncelerimizin üzerinde dolaşan kara bulutların biraz dışına çıkabilirsek, berrak gökyüzünün altında bir Blues şarkısının billur dalgalarına kendimizi bırakabiliriz...