Başörtüsü caz ve yobazlık
Şu günlerde, İKSV’nin düzenlediği 27. İstanbul Caz Festivali’nde Genç Cazcılar kategorisinde çalmak üzere seçilen piyanist Büşra Kayıkçı’ya başörtülü olmasından dolayı gelen insafsız eleştirileri görünce dehşete kapıldım.
Ama artık bunları dert etmiyorum, çünkü biliyorum ki bu ülkede bilim, sanat ve kültür insanlarının başarılarını paylaşmayı bilmeyen, ideolojik bağnazlıkları yüzünden dünyaya gözünü kapayan bir güruh var ve kendilerini hapsettikleri duvarların dışına çıkmaktan korkuyorlar.
Düşünebiliyor musunuz dindarlığı bir takım görsel ritüellere hapseden bir anlayışın mensupları, sanatsal anlamda gurur duymamız gereken ve önemli bir başarıya imza atan genç piyanistimiz için “Ya o başındakini çıkart, yahut da ona yakışır bir hayat sür. Başörtülü bir genç kadının caz festivalinde ne işi var” gibi hepimizi utandıran yakışıksız ifadeler kullanabiliyorlar.
Neyse ki sanat dünyasından ve on binlerce vicdanlı kişiden gelen destek mesajları yüreğimize biraz olsun su serpti. Demek ki üreten, sanatsal başarıların altına imza atan insanlar hala bir anlam ifade ediyor bu ülkede... Üniformacı zihniyete karşı Türkiye Büşra’ya sahip çıktı ve sosyal medyada destek mesajları yağdı: “Güzel kardeşim sakin yolundan vazgeçme. Caz müziği, sen yapamazsın sen cahilsin sen siyah renklisin bu işlere uygun değilsin dedikleri insanların yarattığı müziktir. Bu cahillerin ne dediklerine kulak asma onlar neyi eleştirdiklerini bilmiyorlar. ‘Just play’ başarılar dilerim.”
Nasıl bir ülke Allah aşkına burası... Sanat-edebiyat, bilim ve düşünce üreten insanlardan korkan, dini kendi zihnilerindeki ürettikleri yobaz düşüncelerle tarif eden insanların ülkesi olmaktan kurtulamayacak mıyız?
Maalesef Türkiye de dahil olmak üzere, genel olarak Müslüman toplumlar yaşadıkları çağın gerçeklikleriyle bağlarını koparmış durumdalar. İlmi ve fikri alanda yeni eserler üretemedikleri gibi, dinin temel evrensel ilkeleriyle kavgalı bir hayata mahkum olmuş durumdalar. Daha da vahim olanı, Müslüman toplumlar için din görsel bir şova dönüştüğü için toplumun belli kesimlerinde “kapalı din pazarları” oluşmuş durumda.
Ne yazık ki kimse bu pazarın dışına çıkamıyor, bu yüzden de insanlar dinin asli mesajından çok “Pazar”dan ne kadar pay kapabilecekleriyle ilgileniyorlar. Dolayısıyla başörtülü piyanist kıza “sen önce başındakini çıkart” diyen zihniyetin derdi esas itibariyle din değil, “din pazarı”nın ön safında yer alarak gösteri yapabilmektir.
Talihsizlik o ki günümüzün dindarları dini, yaşadıkları çağın diliyle okuyamadıkları için giyim-kuşamla kavga etmeyi, insanlığın evrensel dili olan müziği haram-helal çerçevesinde değerlendirmeyi dindarlığın bir gereği olarak görmektedirler. Bunun sonucu olarak da, ne yazık ki bu zihniyet kendisinin bir karikatürü olmaktan kurtulamamaktadır.
Aslında insanlığın ortak mirası olan kültür, sanat, edebiyat ve felsefi değerlerine karşı bir bakıma “milli” ve “dini” duvarlar ören bu Ortodoks zihniyeti çok da yadırgamamak lazım. Çünkü bu ülkede millilik “şanlı tarih” masallarından, görsel dindarlık da hurafelerden beslenmektedir.
Ne zaman böylesine bir bağnazlıkla karşılaşsam Nurettin Topçu’nun şu sözlerini tekrar tekrar okuma ihtiyacı hissediyorum: “Bir millet kendi kültürünü yaparken kendi kültürünün dışındaki kuvvetlere uzanmasın mı? Elbette uzanacaktır. İnsanlık, insan ruhu taşıyanların müşterek hazinesidir. Büyüklerin hepsinin de müşterek mazisi, müşterek ruhu vardır. Mimar Sinan’la Michelange arasında, İsmail Dede ile Chopin arasında, Yunus ile St. Delacroix arasında ruh beraberlikleri buluyoruz.” (Yarınki Türkiye, s. 171)
Müziğin evrensel diline yabancı olan üniformacı zihniyet için bir anlam ifade eder mi bilmem ama, caz müziği üzerine çalışan Büşra Kayıkçı’nın şu cümleleri son derece önemli: “Her müzisyen bir konuda bayrak taşıyıcı olmak zorunda değil. Ben bir batı geleneğini sürdürüyorum demem de mümkün değil. Çünkü müzik için bu tür sınırların olduğuna inanmıyorum. Ben biraz daha sezgisel ilerliyorum. Ruhum o yöne çekildiği için oraya gidiyorum.”