Ağustos’ta Şostakoviç ve Edip Cansever iyi gelir...
Her Ağustos geldiğinde, “eyvah yaz bitiyor” diye hüzünlenirim ama her şeye rağmen Ağustos her zaman güzeldir. İnsanlar özellikle Temmuz ve Ağustos aylarında tatil telaşına kapılıp, adeta bir curcuna içinde kendilerini deniz kıyılarına atarlar. Büyükşehirler tenhalaşır ve İstanbul bize kalır... Çünkü güneş, kum ve denizden daha fazla bir şeydir İstanbul...
Sıcak ve nemin zirve yaptığı saatlerde köşenize çekilip yalnızlığın tadını çıkarırsınız, en çok da Edip Cansever’in “Robesspierre” şiirindeki “Her yalnızlık biraz ihtilal” dizesinin peşine takılıp, mehtabın sarardığı Ağustos gecelerine yeniden aşık olursunuz.
/Her gün biraz daha yalnız Robespierre
Ve Fransa biraz uğultulu
Yalnızdır akşamı yok edilen bir subay
Bilinmez ürkütülmüş atları ne çok sevdiği
Her yalnızlık biraz ihtilal.
Çok şeyleri kadınlar için yaptım, kadınlar
Onlar ki yokmuşum gibi sevdiler beni
Beğenmek, beğenilmek gibi ayrı kaldılar
Bir gün de akşamdı, ben o akşamı hiç unutmam
Her sessizlik biraz ihtilal.
İşte bir tanrı evi, kimler ki geçerken uğruyorlar
Sonra çılgınlar gibi kalabalığa
Belki de yarı kalmış bir sevgiye koşuyorlar
Belki de her boyun eğdikleri, her diz çöküş
Yavaşça bir ihtilal./
Eğer bir de kendinize zaman ayırıp 20. Yüzyılın önemli bestecilerinden Şostakoviç’in 7. Senfonisini dinlerseniz, tatile gidememenin en güzel intikamını almış olursunuz...
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Mustafa Kemal tarafından Türkiye’ye davet edilen ve çok sayıda konserler veren Şostakoviç çok renkli bir sanatçı. “Futbol kitlelerin balesidir” sözü ona ait. Mehmet Kavgacı T-24’teki bir yazısında bu konuda şöyle bir tespitte bulunuyor: “Şostakoviç’in futbol ve bale ilişkisine ters açıdan somut bir katkısı da var. Bir Sovyet futbol takımının hikayesini anlatan “The Golden Age” isimli bale eserinin müzikleri onun imzasını taşıyor. Her ne kadar ortaya çıkan eseri pek beğenmediğini ifade etse de “The Golden Age” futbolu sanatına bulaştırdığı bir örnek olarak ayrı bir yerde duruyor.”
Kuşkusuz sadece bu kadar değil, ünlü bestecinin çok daha derinlikli bir dünyası var. Mesela Şostakoviç’in 7. Senfonisi sadece hüzünlü anlarımızın değil, coşkulu zamanlarımızın da tercümanıdır. Çünkü 7. Senfoninin yazılış hikayesi bu iki hali yansıtan bir özelliğe sahiptir. Şostakoviç bir yandan fiili olarak Leningrad’ın savunmasını desteklerken, diğer yandan faşizme direnişi temsil eden ve aynı zamanda Stalin’in zulmünden nasibini almış kurbanları da anan 7. Senfoniyi yazmıştır. Eser 1942 yılında kuşatılmış şehirde ilk defa çalınır ve son derece duygusal anlar yaşanır. Eserin partisyonu mikrofilmler halinde ABD’ye kaçırılır, Toscanini yönetiminde seslendirildikten sonra büyük bir başarı kazanır ve tüm dünyada faşizmle savaşın sembolü haline gelir.
Çok renkli bir kişiliğe sahip olan Şostakoviç, 1948 yılında rejim tarafından mahkum edilir, ancak geçim sıkıntısına düştüğü için bir taraftan rejimle barışmak için onları mutlu edecek müzikler yazar, ama asıl yazmak istediklerini sümen altı eder. 1953’te Stalin’in ölümünün ardından çalınan 10. Senfoni”si diktatörü gizliden gizliye mahkum etmektedir. Şostakoviç’in 7. Senfoni ile ilgili şu sözleri son derece maniderdır: “…senfoni, kuşatma altındaki Leningrad’a değil, Stalin’in yıkıp da Hitler’in olsa olsa bu yıkımın üstüne tüy diktiği Leningrad’a ilişkin.”