Daron Acemoğlu ve Osmanlı İmparatorluğu
Sayın Acemoğlu Nobel ödülünü almadan önce de, arkadaşlarıyla beraber yazdığı, destansı “Ulusların Düşüşü” ve “Dar Koridor” kitaplarıyla, küresel çapta tanınıyordu.
Bu kitaplarda Osman İmparatorluğu hakkında neredeyse hiçbir şey yok; hâlbuki öne sürülen görüşlerle Osmanlı İmparatorluğunun iktisadi geri kalmışlığının nedenleri arasında yakın bir ilişki var.
Bu iki kitap, başaranlar ve başaramayanların, başarı ve başarısızlık gerekçeleri hakkındadır.
Ulusların Düşüşü kitabı, “kapsayıcı kurumsal yapılara” sahip ulusların nasıl başardıkları ve “dışlayıcı kurumsal yapılara” sahip ulusların da niçin başarmadıkları hakkındadır.
Başarmak, sermaye birikimini sağlama süreci ve bu sermayeye büyümesi sürecinde kayıtsız şartsız koruma sağlamak olarak anlaşılabilir.
Başaramamak da, devlet dışı kesimlerin sermaye biriktirememesi olarak anlaşılabilir.
Son tahlilde, birikmiş bir sermaye yoksa devleti ve toplumu ilerletebilecek hiçbir iktisadi faaliyet de yok demektir.
“Dar Koridor” kitabı, devletin toplumu ezecek kadar güçlü olmamasını, örnek İngiltere; aynı zamanda toplumun da devleti zayıflatacak ve anarşiye sebebiyet verecek kadar güçlü olmaması, örnek ülke Lübnan, gerektiğini öne sürüyor.
Dar Koridor kitabının ana fikri: Başarılı ulusların başarısı, dar bir koridorda devlet ve toplumun birbirini dengelemesiyle oluşur.
BU KİTAPLAR ASLINDA NE DİYOR
1)Serbest teşebbüsü,
2)Özel mülkiyeti,
3)Sermaye birikimini
4)Mirası ve
5)Bu hakları koruyan ve garanti eden mahkemeler ve hukuk sistemine sahip;
aynı zamanda,
6)Keyfi yüksek vergiler getirmekten kaçınan
7)Müsadere yöntemini asla kullanmayan ülkelerin,
başarılı olduğunu, kitabın diliyle ifade edersek “kapsayıcı ekonomik kurumlara sahip” olduğunu öne sürüyor.
Kurumların ille de kamusal bir devlet kurumu olması gerekmiyor gelenekler ve adetler de bazen kanunlar ve kapsayıcı ekonomik kurumlar kadar etkili olabiliyor.
‘Ulusların Düşüşü’, yukarıdaki kurumlara sahip olmayan ulusları da “dışlayıcı ekonomik kurumlara sahip” uluslar olarak niteliyor.
OSMANLI SOVYET SOSYALİST MONARŞİSİ
Osmanlı Devleti tarihte “iktisadi eşitçilik” bakımından, Sovyetler Birliğinden önce ekonomisini yapılandırmış ilk devlet sayılabilir.
Viyana’dan Fırat’a kadar bütün tarım arazileri, “miri arazi”ydi yani devlete aitti. Devlet bu arazileri kullanıcılara “şartlı olarak” kiralardı.
Ailelere en az 150 en çok da 230 dönüm arazi tahsis edilir ve böylece ailelerin, bu topraktan geçinmesi ve vergisini ödemesi beklenirdi.
Varsayalım ki aile başarılı oldu ve devletten “işlemek amacıyla” daha fazla arazi talep etti. Arazinin boş kalması pahasına devlet, genellikle, ilave toprak tahsisatı yapmazdı; yani bu taleplere olumlu bakmazdı.
Peki, köylü ilave arazi istemiyor fakat iki kişi daha istihdam ederek “verimliliği artırmak” istiyor, cevap yine aynı olurdu: Hayır.
Diyelim ki köylü beş ton pamuk üretip şehre götürdü. Şehirde de bu pamuğu işleyecek dört çırçırcı var. Fiyatı kendisi veya pazarda işlem yapanlar değil yine devletin adamları belirlerdi. Devlet bu çırçırcıların, fiyat artırarak kendi arasında rekabet etmesine izin vermez ve gelen pamuğu aralarında paylaştırırdı.
Gelen ham yün olsa, bu defa da boyamak ve eğirmek için aynı yöntemi uygulardı.
Şehirde iki demirci varsa ve bu iki demirci bölgenin ihtiyacını karşılıyorsa, bir üçüncüsünün gelip dükkân açmasına izin verilmezdi. Bu, bütün meslekler için aynıydı.
Pamuğu, yünü ve ipeği eğiren esnaf da ürünlerini istediği fiyata satamazdı; pazardaki bütün ürünlere açık veya örtük narh (fiyatlarda sınırlama) uygulanırdı.
Bölge üretiminin yetersiz kaldığı durumlarda devlet, başka yerlerden ürün temin ederek bu defa da toplumun “iaşe”sini sağlamaya çalışırdı.
İhracat yapmak %12 civarında bir vergiye tabiydi çünkü bölgenin ihtiyacı giderilmeden, bölgeden ürün çıkarılmasına izin verilmezdi.
Öte yandan ithalat vergileri sadece %3 civarındaydı. Yani ülkenin kapıları ithalatçılar için ardına kadar açıktı çünkü ithalat bolluk demekti.
Çarşılarda, esnaflar arasında gelir ve servet uçurumu olmazdı; bir kalfa ile tecrübeli bir usta arasında, yani patron ve çalışan arasında, ‘en çok’ dört kat kadar gelir ve servet farkı olurdu.
Şu ya da bu şekilde bütün bu engelleri aşıp zenginleşen birileri olursa bu defa, bu zenginlerin serveti müsadere edilirdi; yani el konulurdu.
Osmanlı’da bütün sermaye, bütün binalar, bütün üretim araçları, bütün araziler devlete (veya Osmanlı da devletin denetlediği vakıflara) aitti; tıpkı Sovyetler Birliğinde olduğu gibi.
Aralarındaki temel fark: Osmanlı üretimi tamamen özel sektöre yaptırırken, Sovyetler Birliği devlet olarak her kesi istihdam ediyordu ve her şeyi kendisi üretiyordu.
Sovyetler Birliği on binlerce kişinin çalıştığı işletmeler kurulabilmişken; Osmanlı Devletinde, şimdiye kadar yazdıklarımın çoğunu kendisinden öğrendiğim Merhum Mehmet Genç’in tabiriyle: “Beş asır boyunca, 10 kişi ve üzeri eleman çalıştıran on işletme olmamıştır.”
Bu uygulamalar, Osmanlı’da on dokuzuncu yüzyıla kadar devam etmiştir.
Peki, bu dönemde hiç mi zenginleşen kimse olmamıştır?
Yukarıda resmetmeye çalıştığım tablonun zenginlik üretmesi mümkün değil fakat başka bir zenginlik kaynağı vardı: Vergiler.
Devlet kendi vergi alacağını iskontolu olarak satışa çıkarırdı. Örnek: 100 birimlik alacağını 80 birim peşin paraya satardı.
Peki, bu vergi alacaklarını satın alacak kadar sermaye kimlerde vardı?
Sermaye iki kesimde birikirdi: Sayısı en çok bin 400 kişi olan yüksek seviyeli devlet memurlarında (Sancaktar’dan Vezirazam’a kadar) ve Levanten veya Galata bankerlerinde.
(Bin 400 devlet görevlisinin kim oldukları ve bu vergi ticaretinin nasıl yapıldığıyla ilgili olarak YÖK Başkanı Sayın Erol Özvar’ın “Osmanlı Maliyesinde Malikâne Uygulamaları” kitabına bakılabilir.)
Genellikle üç kesim: Galata bankerleri, üst düzey devlet memurları ve yerelde vergi toplayanlar (bunlar bazen eşraftan insanlar bazen de kamu görevlileri olabiliyordu) bir konsorsiyum kurarak bu vergi haklarını satın alır ve toplardı.
Osmanlı’da hiç kimse devlet memurlarından daha zengin olamıyordu, olamazdı; eşi benzeri olmayan servet sahibi devlet memurlarının da ölünce, azledilince veya katledilince bütün malvarlıkları hazineye aktarılırdı.
“Devlet Ricali” için zenginlik, sadece kendi ömürleriyle sınırlı oluyordu; katiyen, servetlerini miras olarak kendi çocuklarına aktaramıyorlardı.
Osmanlılar 19. Yüzyılda kısmi olarak uyandılar fakat çok geç kalmışlardı.
İşin kökeninde sermaye birikim olduğunu anladıkları için Cumhuriyete kadar, 130 civarında banka kurma teşebbüsleri oldu ve bunların en çok dört beş tanesini hayata geçirilebildiler.
(Bakınız. Dr. Erol Ortabağ’ın çok değerli doktora tezi: Osmanlı İmparatorluğunda Bankacılığın Gelişimi ve Regülasyon)
“Dışlayıcı Ekonomik Kurumlar”ına yukarıda kısmen değindiğim Osmanlı İmparatorluğu örneğinden daha kapsamlı ve daha analitik olarak betimleyen başka ülke örneği var mıdır bilmiyorum; Sayın Daron Acemoğlu ve arkadaşlarının niçin Osmanlı Devleti örneğini ıskaladıklarını anlamış değilim.
Yazı uzadı, son soruyu soralım: Hiç kimsenin hakkını yemeden, kanunları çiğnemeden ve yasaklı ürün ve işlemlere bulaşmadan üreterek ve ticaret yaparak zenginleşmek ve sermaye biriktirmek dinen caiz değil midir?
Cevap: Yazarımız Sayın Mustafa Çağırıcı, Karar’daki köşe yazılarında bırakın servet artırımını, üretim ve ticareti artırmanın bile caiz görülmediğine dair İslam tarihinden örnekler verir.
Son Çıkarım: Gelişme ve ilerlemenin tek yolu özel kesimin sermaye biriktirebilmesidir; sağlıklı ve verimli sermaye birikimi de kapsayıcı kurumlar ve hukukun üstünlüğünün eksiksiz uygulandığı devletlerde oluşur.
Osmanlılardan önce İslam dünyasında, para kazanmak, servet biriktirmek ve çok geniş arazilerde, tarım ve hayvancılık yaparak veya ticari yöntemlerle, sınırsız miktarda para kazanmanın önünde dini bir engel yoktu.
Mesela kendi servetini bin kölenin yardımıyla yöneten ve vefatında terekedeki altınları, baltalarla kesilip taksim edilen Hz. Talha’nın efsane terekesi bu eski dönemlere aittir.















Yazi, tarihi analiz niteliginde. Gelecege bakmaliyiz, ne yapmaliyiz? Soru bu. Gecmisteki hatalarimizdan, ne ders cikaracagiz? Bunun uzerinde durmaliyiz derim!
Yanıtla (0) (0)osmanlı ona yüzyıllarca en önemli desteği veren ermeni toplumunu 1915 yılında yurtlarından sürdü ve inanılmaz acılar yaşattı bunu asla unutmayalım
Yanıtla (11) (28)19.yy, özellikle Fransiz Devrimi ve Sanayi devrimi etkisiyle Tüm Dünya karıştı. Rusya ve Ingiltere Ermeni ve Rum vatandaşlarımıza Türkiyenin Batısında ve Doğusunda Bağımsız ülkeler vaat ettiler.
Yanıtla (16) (2)Tam Çanakkale savaşının ortasında Ermeniler , Bağımsız bir Ermenistan hayaline kapıldılar.
1918 den sonrası da Rumlar ayni hayale kapıldı.
Savaşta ortalık toz duman olur. .
Kim hata yaptıda '"bin yıl yan yana yaşayanlar" düşman oldu???
Haksız bir değerlendirme olmuş.
Yanıtla (5) (3)Suçlama yerine gerçeği arama olgunluğu gosterseydik..
Erzincan dogumluyum.Buyuklerim Ermeni mezalimini anlatırdı. merhum karabekirin kızından ermeni mezalimini dinleyin
Osmanlı Ermenilere acı yaşatmak isteseydi bunu kendisini durduracak güç olmadığında yapardı. 1. Dünya Savaşında en zor zamanında kendisini sıkıntıya düşüren kimseleri ödüllendirmek mi gerekirdi? Bir katliam soykırım mı yaptı? Vatandaşlarının güvenliği için bir kesimi göç ettirdi. Başka ne yapması gerekirdi. Haksızlık etmeyin.
Yanıtla (5) (3)Osmanlı ve Selçuklu ekonomi kurumları ve yönetim şekli Bizans ve Abbasilere dayanır. 19. yüzyıla kadar nerdeyse değişmeden gelmiştir. Bkz. Osmanlı Tarihi İ.H Uzunçarşılı, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye 1. cilt (Bizanstan Tanzimata) S. Yerasimos.
Yanıtla (1) (0)Osmanlı ekonomi anlayışı için verilen bilgiler önemlidir. Teşekkürler. "Başımıza icat çıkarma !" sözünün kaynağı, işte bu, gelişimi durduran ekonomi anlayışıdır.
Yanıtla (1) (0)Acemoğlu dışlayıcı kurumlar tezini günümüz dünyasından örnekler vererek kanıtlıyor. 200 yıl öncesini niye ele alsın ki? Tarihe saplanmayan ne gerek var? 50 yıl önceki ekonomi tezleri bile şu an geçerli değil. Ayrıca Osmanlı nın tımar sistemi 1600 lü yıllara kadar gayet iyi çalıştı.
Yanıtla (0) (6)Sayın yazar toplumları yöneten güç ve otorite hiçbir zaman gerçeğin bilinmesini istemez. Tarihte böyledir. Yaşanan tarih değil yazılan tarih anlatılır ve toplumların inanması sağlanır. Böylece gerçek tarih gizlenir kutsal tarih kurgulanır. Sosyolojik olarak gerçek huzursuz ve mutsuz eder kargaşa yaratır. Yalanlar mutlu eder ve haklılık duygusuyla zihinsel konfor üretir. Bencil ve ilkel insan ve toplumlar gerçeği bilmek ve acı çekmek yerine yalanlarla kendini kandırıp mutlu olmayı seçerler.
Yanıtla (4) (0)Türkiye'de büyük bir kesim İslâm'ı yanlış yorumluyor,bu da her türlü pisliğin üzerini kapatma yöntemi olarak kullanılıyor.Hukuk namus ve nefes kadar önemlidir, Türkiye'de hukuk yok hukuk! Saydamlık olmazsa,hesap verilirlik olmazsa namus bozulur,hukuk bozulur,refah,huzur,zenginlik olmaz
Yanıtla (2) (0)Tebrikler Sayın yazar okudukça ezberlerimiz bozuluyor, kafamızdaki tabular yıkılıyor bambaşka gerçeklere uyanıyoruz
Yanıtla (2) (1)Osmanlı, yüzyıllarca kardeşçe birlikte yaşadığı Ermeni toplumunu son yıllarında neden tehcire tabi tutup Lübnan’a göndermek durumunda kaldı acaba düşündünüz mü ?
Yanıtla (1) (5)kitapları okumak lazım
Yanıtla (3) (0)Patrona Halil denilen hamam tellağının din elden gidiyor bahanesiyle isyan çıkartıp padişahı devirmeye kalkıştığı Osmanlı devleti çok bile yaşamış.
Yanıtla (6) (2)Maalesef aklı ve ilmi arka plana attık. Güzel dinimizi asrın idrakine göre anlamaya çalışmadık. Hàlâ da geçmişimize övünerek avunuyoruz.
Yanıtla (1) (2)Sayın yazar, son çıkarımınızı; aklı, bilgiyi, bilimi temel alan ve bunu içselleştiren yöneticiler ve toplumlar başarabilir. Bu coğrafyanın, tarihi, kültürü ve insani gelişmişlik çıtası buna uygun değil. Sorun burada. Bu nasıl değişecek? Buna kafa yormak zor ama başka çare yok.
Yanıtla (3) (1)Çok saçma ve boşuna bir çalışma olmuş. Dünya ülkelerine bir yol gösterdiniz ve dünya üzerindeki tüm ülkeler de önerilerinizi uygulamaya koydu diyelim. Yani tüm devletler hukukun üstünlüğüne harfiyen uydu, liyakatten taviz vermedi vs. Tüm dünya ülkeleri bir müddet sonra gelişmiş ülke mi olacak. HAYIR. Kafası biraz daha fazla çalışan bir adım öne geçecek, herkesin kafası mı aynı çalışıyor daha az uyuyan pastadan büyük dilimi alacak. İsimler değişir ama hep zengin ülke de olacak fakir de.
Yanıtla (3) (4)Mükemmel bir analiz.
Yanıtla (5) (0)Türkiyede halen müteşebbislerin en büyük engelleyicisi Devlet Bürokrasisi. Dışlayici kurumların hepsi bizde var. ..Mesela, 2003-2013 arasi Türkiye ithalatçı cenneti oldu. Ve ithalatın önünde hiçbir engelleme olmadı ( en azından ithalatci Birlikleri yok). .
Türkiye' üretim yapmak 10. sınıf bir
çabadır.. Tekrar ediyorum. Türkiye neden böyle diye merak ediyorsanız "Cevap bu makalede"
Osmanlı bilimi ıskaladı battı; işin gerçeği o , gerisi teferruat!.
Yanıtla (5) (4)Batıda ve doğuda binlerce dönüm araziye sahip olan toprak ağaları cumhuriyetle mi ortaya çıktı? Yazıda sanki Osmanlı kuruluşundan itibaren tek tip bir iktisadi rejim yürütmüş gibi bir hava var. Halbuki İstanbul'da taht kavgalarının ve siyasal kavgaların olduğu dönemlerde hem payitahtta hem de taşrada epeyce bir başıboşluk mevcuttu.
Yanıtla (5) (0)Almanya,japonya gibi kalkınmış devletlerden örnek versenize.taa talhaya iniyorsunuz.
Yanıtla (1) (4)Son paragrafta efsane iyiymiş.
Yanıtla (3) (0)