Kendine ihanetin bedeli

Önce permalı uzun saçlarını ve karpuz kırmızısı mantosunu fark ettim. Yüzü, sonra dikkatimi çekti. Esmer güzeliydi. Yapsam mı yapmasam mı kararsızlığında hafif makyaj yapardı. Gülünce gözleri parlardı. Sesi, sigara içenler misâli kalındı ve konuşunca Doğulu olduğu belli oluyordu. Mazbut giyinirdi. Ayakkabıları, anlam veremediğim kadar topukluydu. Hani boyu kısa olsa neyse. Hızlı yürüdüğünü, hele koştuğunu hiç görmedim. Ne mümkün! O topuklar adamı yarı yolda bırakırdı. Velhâsıl, zarif ve alımlı bir kadındı. Her zaman bakımlıydı.

Memûriyete yeni başlamıştım. O ise târih öğretmenliğini bırakıp gelmişti. Otuzunda yoktu. Zamanla arkadaş olduk. Aslında, arkadaş olacak iki tipe benzemiyorduk. Arkadaş dediysem senli benli değil. O, bana, ismimle ve "sen" diye hitap ediyordu. Ben ise hep "Hatice Hanım" ve "siz" diye sesleniyordum. Zorla değil, bende böyle bir saygınlık uyandırmıştı. Adını koyamadığım bir ruh yakınlığı, bir gönül bağı kurduk. Aynı toprağın kızlarıydık. Fakat bir yandan da biraz gıcık oluyordum. Meselâ; işe, muhakkak eşi bırakır ve çıkışta alırdı. Hiçbir yere yalnız gidemezdi. Hafta sonu bir yere gidecek olsak eşi müsâit değilse birimizle buluşur, yalnız gitmezdi. İstanbul’da kaybolmaktan korkardı âdeta. Ay hiç tipim değildi!

Belli etmediği derdini sonradan öğrendim. Çocuğu olmuyordu. Gel zaman git zaman, birgün müjdeyi verdi. Anne olacaktı. Gördüğü tedâvi işe yaramıştı. Bir kızı, sonra bir kızı daha oldu. Pek yakışmıştı annelik. Birkaç sene sonra kötü haberi aldık. Kan kanseriydi. Hem de ileri derecede.

Hastalığını öğrendiğimden ölümüne kadar geçen iki yıl boyunca daha da yakınlaştık. Doktoru evde durmamasını, dayanabildiği kadar işe gitmesini tavsiye etmiş. İşe gelemediği zamanlar evine gidiyordum. Kemoterapi yüzünden saçlarını kısacık kestirdi. Pantolon ve topuksuz ayakkabı giymeye başladı. Sanki bambaşka bir insan olmuştu. Birgün, “Biliyor musun, ben evlenmeden önce hep böyle giyinirdim.” dedi. Şaşırdığımı görünce eski fotoğraflarını gösterdi. Evlenince eşi, kadın gibi giyinmesini istemiş. Neymiş öyle erkek gibi? Kadın dediğin dâima bakımlı olmalıymış. Saçları, uzun olmalıymış. Ayakkabısı, topuklu olmalıymış.

“Oysa ben çok farklıydım,” diye devam etti. Bir pantolon, bir gömlek, bana yetiyordu. Saçlarımla vakit kaybetmezdim. Hep kısacıktı. Sonra hep eşimin istediği gibi oldum. Bu yüzden de hasta oldum.”

Elim ayağım dolandı, belli etmedim. Beni aşan, yardımda âciz kalacağım itiraflar başlamıştı. Geçiştirdim. Birgün, muhabbet kıvamına gelince psikolojik yardım almasını tavsiye ettim. Kabul etmedi. Doktoru söylemiş zâten. Eşi, "Sen deli değilsin." diye izin vermemiş.

"Ama bunun izni olmaz ki. Bu hastalık, terapi ister." diyecek oldum. Nâfile! Eşinin haberi olmadan berâber gitmeyi teklif ettim. İknâ edemedim. Evliliği boyunca eşinden gizli bir şey yapmamıştı. Mecbûren gönüllü oldum dinlemeye. Aman Allahım! Meğer anlatacağı ne çok şey varmış. Hep geçmişten konuşuyorduk. Yıllardır tanıdığımı sandığım Hatice gitmiş, bambaşka bir Hatice gelmişti. İşyerinde hiçbir şeye itiraz etmeyen bu hanım hanımcık kadın, ilk tâyin olduğu okulda kendisini beden dersine sokmak isteyen müdürün odasını basmıştı.

Nihâyet bir sohbetimizde, dudaklarından şu cümleler döküldü:

“Ben, on dört yıldır Hatice'ye ihânet ederek yaşadım. Şimdi, bedelini ödüyorum. Tuhaf bir şekilde, eşimin kontrolüne girdim. Her şeyime, o karar verdi. Öyle bir hâle geldim ki tek başıma bir yere gidemez oldum. Sakın benim yaptığım yanlışı yapma!”

Dünü ile bugünü arasındaki fark açıldıkça soramadığım soru sayısı artıyordu. Cesâretimi topladığım bir zamanda, neden boşanmadığını sordum. Kız kardeşi boşanınca babası, beyin kanaması geçirip ölmüş. O da ayrılırsa âilesi kaldıramazmış. Sülâlesi ne dermiş? Hem eşi, iyi bir insanmış.

Benimle konuşunca rahatladığını söylüyordu. Ama ben, hani eşini elime verseler, “Allah yarattı” demeyecek kadar öfkeleniyordum. En çok, yüksek lisans meselesine bozuldum. Eşi, "Sen zahmet etme; ben gider, neticeyi öğrenirim." demiş. Kazandığını öğrendiği hâlde tersini söylemiş. Hâlbûki Hatice Hanım, listede olduğunu haber almış. Neden itiraz etmediğini sordum. "Büyütmeye gerek yoktu. Belli ki yapmamı istemiyor. Bildiğimi bile söylemedim." dedi.

Ha unutmadan, kırmızı manto da eşinin tercihiymiş. Kırmızıyı hiç sevmezmiş.

Birgün beni, şehir dışında yaptırdıkları eve dâvet etti. Evin inşaatı, henüz bitmemişti. Üç katlı, şâhâne bir yazlık. Çatı katındaki odaya çıktık.

"Burası, çalışma odam olacak. Hikâyelerimi, burada yazacağım."

"Sana, özel bir şey göstereceğim." diyerek elime bir dosya verdi. Açtım. Hikâye ve şiirleri vardı. Bir hikâyesi, ciddî bir edebiyat dergisinde yayınlanmış; oldukça iyi bir eleştiri almış. Okudukça şaşkınlığım artıyordu. Bu dizelerin, bu cümlelerin sâhibi, karşımdaki kadın mıydı gerçekten?

“Bunları, neden hiç söylemediniz?”

“Bilmem. Belki de utandım. Zâten, yarım kaldı; devâm edemedim. İyileşince devâm edeceğim.”

Hikâyelerinde müstear isim kullandığına göre niye yarım kaldığını sormaya gerek yoktu.

Dosya, hepsini okumam için bende kaldı. Hâlâ bende. Kimseye vermedim. Kıymet bilen elde kalsın istedim. İçimden bir ses, onun da öyle istediğini söyledi.

Hastalık atak yaptığında çok kötü oluyordu. Bir hastâne dönüşü, ızdırâbından, kendisini arabadan atmaya kalkmış. Hatırlamıyordu bile. "İnsanlar, intihara kalkıştım zannedecekler." diye pek üzüldü. Hep, insanların ne düşüneceklerinin derdindeydi. Bu dünyâda geçirdiği son temmuz ayında, iyileşir gibi oldu. Hattâ memleketine gitti. Toprak çekmiş meğer. Döndüğünde, çok neşeliydi. Müjdeyi verdi. Memleketinde mânevî tarafı kuvvetli bir büyükleri, "Merâk etme kızım, iyileşeceksin. Sonbahar gelince bütün sıkıntıların bitecek." demiş.

Marmara depreminde çok sarsıldı. Ağustos sıcağında bahçelerde yatıp kalkmak bünyesini perişan etti. Sonbahar gelince yatağa düştü. Son gördüğümde gözlerini zorla açıp, "Merâk etme, birkaç gün içinde, işe gelirim." dedi. Birkaç gün sonra, bir Eylül perşembesinin sabahı, daha mesâiye başlamadan, işyerine haber geldi. Çapa Tıp Fakültesi’ne kaldırılmış. Uçtum desem yalan olmaz. Gittiğimde ölmüştü. İzin isteyip yanına girdim. Bitmişti; bütün sıkıntıları bitmişti. Sonradan öğrendiğime göre iyi olmadığı hâlde evinin kapısını kendisi kilitlemek istemiş. Asansöre binmeden evvel dönüp evinin kapısına mânâlı mânâlı bakmış. Yolda fenâlaşmış.

Âcil servisten dışarıya çıkınca, kendini yerlere atan bir koca gördüm. “Ben ne yaptım!” diyerek cep telefonunu kafasına vuruyordu. Fazla bakamadım. "Beter ol!" dedim içimden.

Not: Evlenince kendisi olmaktan vazgeçen bir tanıdığımın hasta olduğunu öğrendim. Belki bu hikâye, aynı yanlışı yapan birilerini uyandırır diye yazmak istedim. Meseleye, sâdece kadın sorunu olarak bakmıyorum. Bir erkek de aynı duruma düşebilir.

YORUMLAR (15)
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.
15 Yorum
  • Polken / 28 Ekim 2024 18:32

    Çok dokunaklı çok faydalı bir nasihat yazısı olmuş. Derdi olanlara deva olur inşallah. Elinize yüreğinize sağlık. Rabbim herkese özgürce kendi olmayı, kendi kalmayı nasip etsin!

    Yanıtla (0) (0)
  • Okur / 20 Ekim 2024 14:14

    Bu hikayede kocanın tek suçu sınavı kazandığını eşine söylememesidir. Yalana başvurmuştur. Kasının hakkına girmiştir. Diğer her şey manto falan cebir, tehdit vs. yoksa eğer kadının kendi tercihidir. Kimse kimseye katlanmak zorunda değildir.

    Yanıtla (0) (0)
  • Okur / 20 Ekim 2024 14:09

    Bir kadın veya bir erkek yüce Rabbimizin emir ve yasaklarına uyduğu ve toplumu rencide etmediği sürece istediği her şeyi yapabilmelidir.

    Yanıtla (1) (0)
  • Emin Akay / 20 Ekim 2024 12:08

    Muhterem Hanımefendi,
    Bugünkü yazınız ile insanlara müşahhas bir yardım da bulundunuz. Allah sizden ve hepimizden razı olsun.
    Hürmetlerimle...

    Yanıtla (2) (0)
  • Hamdi öztürk / 20 Ekim 2024 09:26

    Tek kelimeyle "harika"siniz,Rabbim razi olsun, Hatice hanima da rahmet ikraminda bulunsun. Ne ćok Hatice, Fatma ve Ayşeleri harcadik ve kaybettik son yillarda.. Güzel vatanin güzel yürekli evlatlari daha güzel ibr kaderi hakediyordu şüphesiz. Umarim gelecek hepsinin yüzünü güldürecek kadar güzel olur.. selam ve saygilar Berlin'den..

    Yanıtla (1) (0)
  • Sokrates / 20 Ekim 2024 09:01

    Kimse kadın olsun ,erkek olsun hiç birseyi dikte ettirmemeli?

    Yanıtla (3) (0)
  • Hüdaverdi / 20 Ekim 2024 08:11

    Merhume kadınlık değil, kölelik yapmış yıllarca. İslamın istediği kadın tipi değildir. Bu kadar eziyet, zulüm, baskı insan olanın kaldıracağı bir şey olamaz. Allah rahmet eylesin. Kanserin sebebi bir virüstür. O virüs çok kişide bilunur ama kanser etmez. Bazılarının olması sağlıksız ruh halinden kaynaklanabilir.Sürekli üzüntü bağışıklığı zayıflatır ve hastalığa davetiye çıkarır.

    Yanıtla (4) (0)
  • Vesselam / 20 Ekim 2024 04:25

    Uçlar...

    Yanıtla (0) (0)
  • Okur (erkek) / 20 Ekim 2024 00:58

    Koca neden bu hikayede kötü bir adam olarak anlatıyor ki. İlişkide hem rahmetli arkadaşınızın hem de kocasının hataları olmuş. Ama kanseri buna bağlamak ne derece tıbbi?

    Yanıtla (2) (3)
  • OkurM / 20 Ekim 2024 00:38

    Kadınlar birbiriyle dertleşirler. Rahatlatır. Bir kadın kocasının istedigi gibi olmaya kendisini zorladığı için kanser olmaz. Hayatta herkes bir şeylerinden fedakarlık eder. Aşk iki kişiliktir derler. Hayat çok kişiliktir. Kimse kendi hayatının kralı olamaz. İhanetler görmüş, itilip katılmış nice kadınların acıklı hikayesi varken... karpuz kırmızısı manto giymeye zorladı diye, hanımı için üzüntüden yerlere yatan bir kocaya beter ol demek de...

    Yanıtla (2) (2)