9 Eylül’ü bakın nasıl “zorla” kutlardık!
Bazıları millî mücadeleyi ve Mustafa Kemal Atatürk’ü küçültmek için hiç harp edilmedi, tek kurşun atılmadı gibi laflar ederler ya. Gerekçeleri de vardır: Bizim Millî Mücadele dediğimiz şey Yunan okul kitaplarında yoktur…” Doğrudur, Millî Mücadele yazmaz; Yunanlılar ona “Anadolu Felaketi” derler.
Nasıl doğada her şeyin, bizim zehirli dediğimiz yaratıkların bile bir yararı varsa; bunların da yararlı tarafları var. Onlar olmasa iki gün önce İzmir’de seyrettiğimiz muhteşem manzara oluşur muydu? Allah razı olsun.
Son zamanlarda şahit olduklarımızın dışında aklımda kalan, bir AKP Milletvekili’nin, “…Biz milli güvenlik akademisinde, oralardaki şehitlikleri dolaştık. Bütün şehitlikler temsili. Bunlar çok önemli, anlayış olarak bir yere gelmek istiyorum. Burada Ankara Hükümeti’nin meşruiyetiyle bazı şeyler yapılmış süreç içinde bazı şeyler…” sözlerini hatırlıyorum. Neydi acaba o bazı şeyler?
Devlet yerine Ankara Hükümeti veya “rejim” demek de yaygın. Değil mi, tek kurşun atılmadıysa, ne şehitliği? Sanki ayrı bir tarih öğretimi var! Gerçekten var; buna inanıyorum. Bu kadar kelli felli insan bu kadar benzer şeyleri tesadüfen mi söylüyor?
ATILMAMAIŞ KURŞUNLAR, ÖLMEMİŞ ŞEHİTLER
Bu sözler bana Benedict Anderson’un şu satırlarını hatırlatmıştı:
“Modern milliyetçilik kültürünün en çarpıcı sembolleri, Meçhul Asker lahitleri ve anıtlarıdır. Geçmiş zamanlarda benzeri bulunmayan bu anıtlara toplumun yönelttiği törenli saygı, kasten boş bırakıldıklarından veya içinde kimin yattığının bilinmemesindendir. Bu modernitenin şiddetini hissetmek için şöyle bir hayal kurun: Bir işgüzar, lahitte kimin yattığını ‘keşfettiğini’ söylesin veya anıtın içini gerçek kemiklerle doldurmaya kalksın. Bu, zamanımıza ait kutsala hakaret eylemi olurdu! Bu lahitler ölümsüz ruhların ölümlü kalıntılarını taşımasa da millî hayaletlerle doludur. (İşte bu yüzden birçok millet, içlerinde bulunmayan sakinlerinin milliyetlerini belirtmeye gerek görmemiştir. Başka kim olabilirler ki? Muhakkak ki Almandırlar, Amerikandırlar, Arjantinlidirler…)”
Öyle ya. Mademki şehitlik yapıyoruz, çoğu düştüğü yerde gömülmüş, 9167 şehidimizin kemiklerini toplayıp bunların içine koymalıydık! Değil mi?
Benedict Anderson, Arif Nihat Asya’nın “Bir bayrak rüzgâr bekliyor”unu okumuş gibidir:
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli,
Kim demiş meçhul asker diye?
MİLLÎ GÜNLER DEVLET ZORUYLA MI KUTLANIRDI?
Sık tekrarlanan bir başka komplo teorisi, millî bayramların ve şehirlerimizin işgalciden geri alınış kutlamalarının devlet zoruyla yapıldığıdır.
Her ülkede komplo teorisyenler çıkabilir, her ülkede olmayacak laflar edilebilir. Mesela, iki dünya harbi de olmamıştır, Amerika kıtası diye bir yer yoktur, keşfi komplodur. Dünya öyle milyarlarca yıl yaşında değildir, altı bin yıl önce yaratılmıştır. Yuvarlak değil düzdür, diyenler bulunabilir. Bunlara önem verilmez. Durumları çok ilerlemişse zorunlu tedaviye başvurulabilir. Fakat böyle tiplerin devletin yüksek kademlerinde görev aldıkları pek görülmez. Onlara, belki birkaç oy getirir diye, büyük âlim falan denilmesine de bizim dışımızdaki dünyada pek rastlayamazsınız.
İki gün önceki yazımda size müttefiklerin 1922 Ağustos’undan Ekim başlarına kadarki bazı raporlarını naklettim. Müttefiklerin yani düşmanlarımızın, o olmayan savaş, uydurma şehitler hakkındaki raporlarını. Birinci elden babaannemim anlattıklarını verdim. Şimdi sıra benim hatıralarımda. 1950’lerde, 1960’larda, İzmir’in kurtuluşunun nasıl kutlandığını anlatmak istiyorum.
29 Ekim gibi millî bayramlarda, biz öğrenciler de resmigeçitlere katılırdık. Askerle birlikte rap rap geçerdik. Bu düzgün geçidi sağlamak için bayramdan önceki beden eğitimi derslerimizde asker gibi yürümeyi talim ederdik.
Çocukluğumun İzmir’i, 9 Eylül’ü
Fakat 9 Eylül bayram değildi. Biz o kutlamada geçit falan yapmazdık. Fakat bakın ne olurdu…
7- 8 Eylül günlerinden başlayarak çevre kasabalar ve köyler İzmir’e inerdi. Otellerde yer kalmazdı. 8 Eylül akşamı ve 9 Eylül sabahı, Basmane meydanında yatan köylüleri hatırlıyorum. 9 Eylül sabahı onlar kalkardı. Bütün İzmir ayağa kalkardı ve halk, kordon boyunda resmigeçit yapardı. Göğsü İstiklal Madalyalı gaziler geçerdi; esnaf, köylü geçerdi. Bir kısmının başlarında kalpakları olurdu, Millî Mücadele’ye katıldıkları esvapları giyerlerdi.
Tek resmî katkı, kurtarıcı süvariyi temsilen geçen bir süvari birliğiydi. Mızraklarının ucundaki kırmızı flamaları hatırlıyorum. Bir de atların nallarının, Arnavut kaldırımına çarptıkça çıkardığı kıvılcımları.
Ancak en önemli hatıram seyircilerdi. Kordon’un iki yanında, kaldırımlarda toplanan halkın hemen tamamının gözleri yaşlı olurdu. Bir büyüğüme, niye ağladığını sorduğumda aldığım cevabı unutamam: “Sen bilmezsin, Yunan çok edepsizdir!” Buradaki “edepsiz”, bütün insanlık suçlarını anlatıveren bir kelimeydi.
Hani şu uydurma olan kurtuluşlar vardı ya. İşte o insanlar, o kurtuluşları bizzat yaşamıştı. Yakınlarının katlini, tecavüzleri, süngülenmeleri; evlerinin, tarlalarının ateşe verilişini ve kurtarıcı ordunun gelip düşmanı kovuşunu yaşamışlardı. Bazıları, o madalyalı ve kalpaklı ihtiyarlar gibi, bizzat o ordunun parçasıydı. İşte o gözü yaşlı seyirciye, Turgutlu’dan, Manisa’dan, Salihli’den, köylerden kurtuluşu kutlamak için kopup gelen seyirciye, “Yok olmadı öyle kurtuluş falan!” deseydiniz ne olurdu? Diplomatça ifade edeyim: Böyle lafların o insanlara söylenmesi, söyleyenin sağlığına pek yararlı olmazdı.