Neden ‘öztürkçe’ şiir yazılamıyor?

Dil organik bir varlıktır. Kendiliğinden oluşur, kendi kurallarını oluşturur, kendi içinde gelişir ve değişir. Birtakım dış etkiler de dilde belirli değişikliklere yol açar ama son tahlilde emir komuta düzeniyle yönetemezsiniz dili.

Biz bu deneyimi yaşadık. Emir komutayla dilimizi değiştirmeye kalkıştık. 1930’lu yıllarda kılık kıyafet devrimi, harf devrimi gibi adlarla anılan reformlara paralel şekilde bir de “Dil Devrimi” yapılmak istenmişti. Amaç terk etmek istediğimiz medeniyetle bağlarımızı koparmaktı. Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri dilimizden atarsak bunu başarmış olacaktık. Bunu yapabilsek arzu edilen hedefe ulaşılırdı elbette. Ama “küçük bir engel” vardı yolumuzda: Dil öyle değişmiyordu.

Mamafih o dönemde ülkeyi yöneten -ve aralarında dilbilimci, sosyolog, filozof, tarihçi vs bulunmayan- kadro bu işin ilgili kurumlara gönderilecek bir talimatla halledilebileceği kanaatindeydi.

Atatürk söz konusu projeyi etrafına açtığında hemen herkes “Aman Paşam, ne güzel düşünmüşsünüz” diye alkışlamıştı. İlgili çevreler itirazı akıllarından bile geçirmeden hemen işe koyuldular. Gazetelerde, dergilerde “devrim”i hararetle destekleyen yazılar çıkıyor, dönemin yandaş yazarları hükümetin yayın kuruşlarına gönderdiği listedeki -ilk defa duydukları- kelimeleri coşkuyla satırlarına yerleştiriyorlardı.

Kemal Paşa üç yıl sonra “Yanlış yapmışız” diyerek bu işten vazgeçtiğinde aynı kişiler bu sefer “Dilin böyle bir yolla değişebileceğini düşünmek akla ve bilime aykırıdır” mealinde yazılar yazacaklardır.

iie.jpg

Aslına bakarsanız, Tanzimattan itibaren “Türkçenin problemleri” aydınlarımızın gündeminde dört konu başlığı olarak yer alıyordu: İmla karmaşası, alfabe uyumsuzluğu, yazı dilinin konuşma dilinden kopukluğu, toplumsal modernleşme ve bilimdeki gelişmeler paralelinde yeni terimler türetme ihtiyacı…

Bilhassa İkinci Meşrutiyet devrinde bunlar büyük ölçüde çözüme kavuşturuldu. Eski alfabenin yazılışı pratik hale geldi, Servet-i Fünun Osmanlıcasının yerine Ömer Seyfettin gibi yazarların, Yahya Kemal gibi şairlerin eserlerindeki sade dil edebiyatımıza hakim oldu. Sadeleşme, yazıda halk dilini esas alma yaklaşımı ulus devlet temelinde tesis edilen Cumhuriyet devrinde daha kararlı bir yaklaşımla sürdürüldü.
Buna karşılık, Cumhuriyet devrindeki alfabe değişikliğinin ardından imla sorunu yeniden baş göstermiş, bu dönemde terim türetme ihtiyacı ise daha da artmıştı. Atatürk tarafından 1933’te kurulan TDK bu sorunlara eğilmek üzere yola çıkmışsa da sonra aniden başka bir yola girmişti. Dilde devrim yapma yoluna…

Peki, dildeki kelimeleri değiştirerek bir toplumun kültürünü (değer algılarını, zihniyet kodlarını, hayat anlayışını) değiştirmek mümkün mü? Bu mümkünse ortaya çıkan yeni dilin bilim, sanat ve düşünce üretme kabiliyeti öncekinden daha ileri seviyelere ulaşabilir mi?

Hale Sert’in yeni çıkan “Edebiyat Devrimi” başlıklı kitabı bu konuyu ele alıyor. Yazar doktora tezi olarak hazırladığı çalışmaya dayanan eserinde öncelikle meselenin teorik tarafını masaya yatırıyor.

Dili bir gösterge sistemi olarak tanımlayan Saussure’ün terimlerini kullanarak kelime (“gösteren”) ile anlam (“gösterilen”) arasındaki bağıntı açısından dil devrimini eleştiren kimi akademisyenlerin görüşleri aktarılıyor kitabın ilk sayfalarında. Hale Sert’in yorumsuz aktardığı bu görüşlerin, “dilsel göstergenin nedensizliğini” ısrarla vurgulayan Saussure’ün yaklaşımı açısından, tutarlılığı ayrı bir tartışma konusu olsa gerek. Gösterge sisteminin değişmesine morfoloji bakımından yapılan eleştiriler için de aynı şey geçerli.

Ancak yazarın dildeki değişim konusunu yapısalcı dilbilimin gösteren-gösterilen ilişkisi bağlamında ele alması probleme yeni bir teorik “teşrih masası” tedarik etme anlamına geldiğinden çok değerli bir katkı.
Bu tartışmayı post-yapısalcı düşünürler de yapmışlardı. “Adalet, doğruluk, insan doğası gibi soyut kavramlar eninde sonunda Batı kültüründeki egemen sınıf çıkarlarını yansıtmak durumunda olduğundan (bunlarla) örnek bir toplum modeli çizilemez” diyordu Foucault.

Derrida ise Batı kültürünün söz-merkezli söylemlerini ayakta tutan işaret mekanizmasının yapısökümünün sonuçta -kendisinin yıkmak istediği- metafiziğe ulaşacağını söylüyordu. “Bu kavramları ortadan kaldırmak sözkonusu değil tabii ki” diyordu, “bunlar olmaksızın hiçbir şey, en azından şimdilik tasavvur edilemez [...] Çünkü bu kavramlar ait oldukları mirasın sarsılması için bize gerekliler.”
Buradaki postmodernist çıkış ve modernist kabulleniş bizim dil devriminin serencamında da görülebilir.

Kitabın asıl can alıcı bölümü Türkiye’deki dil devriminin Türk edebiyatı üzerinde nasıl bir etki oluşturduğu sorusuna cevap aranan sayfalar. Bugüne kadar dil devrimi veya Öztürkçecilik hareketi üzerine sayısız araştırma yayımlandı ama işin bu boyutuna eğilen bir inceleme hatırlamıyorum. Bu bakımdan Hale Sert çok önemli bir iş yapmış.

Dil devriminin mimarları yeni kelimelerin yaygınlaşması için bunların özellikle okul kitaplarında ve gazetelerde kullanılması yolunda çaba göstermişlerdir. Ancak bu konuda edebiyatçılara da görev düştüğünün bilincindedirler.

Yazarın çok titiz bir arşiv araştırmasıyla ortaya çıkardığı üzere dönemin edebiyat dergilerinden bir bölümü gönüllü olarak bu harekete katılmış, bir bölümü ise uzak durmaya çalışmış ve zaman edebiyat dergileri üzerinde tatlı sert bir baskı uygulanmıştır.

“Yarı resmi” Cumhuriyet gazetesinin, Halkevlerinin yayın organı Ülkü dergisinin, dönemin “grande revue”Varlık dergisinin ve diğer mevkutelerin sayfalarını sabırla taramış Hale Sert. Sonuçta, edebiyat dünyasının bu çılgınlıktan uzak durduğunu ortaya çıkarmış.

İster talimatla ister gönüllü şekilde Öztürkçe şiirler, hikayeler yayımlanmış o süreçte ama bunların büyük çoğunluğunun edebiyat olarak nitelendirilecek metinler olmadığı görülüyor. Gazetelere, dergilere eski kelimelerin yerine kullanılacak yeni kelimeler listesinin gönderildiği 1930’lu yıllarda eser veren yazarların ve şairlerin bazıları şunlar: Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Reşat Nuri, Yakup Kadri, Tanpınar, Nazım Hikmet, Peyami Safa, Necip Fazıl, Dıranas, Dağlarca, Sait Faik, Orhan Veli…

Bu isimlerin hiçbiri talimata uymamış. (Ancak Dıranas ve Dağlarca’nın daha sonraki dönemlerde eski şiirlerinin dilini değiştirmek veya yeni kelimeleri şiirlerinde kullanmak yönünde çabaları olacaktır.)
Dil devrimi girişiminin edebiyat sahasındaki macerası çok öğretici…

Zira dilin işlendiği, yenilendiği, geliştiği, değiştiği iki yer var: Sokak ve edebiyat. Bilginler, uzmanlar belirli alanlara dair yeni terimleri dile kazandırabilirler ama dilin omurgasını oynatamazlar. Sözgelimi rüya yerine düş kelimesini yerleştirmek için Freud’un kitabını Düşlerin Yorumu diye çevirebilirsiniz. Ama düş kelimesinin sokakta çocukların birbirlerine söyledikleri “rüyanda görürsün” sözü seviyesinde zenginliğe ulaşması için önce sokakta sonra edebiyatta iyiden iyiye işlenmesi, karılması, yoğrulması, demlenmesi gerekir.

Rüyamda görsem inanmam… Rüya gibi bir akşam… Korkulu rüya görmektense… Bu dünya bir rüyaymış… derken düş kelimesini kullanmıyoruz mesela.

Dağlarca dil devrimine gönül vermeden önce yazdığı bir şiirde “Çiziyorum havaya dünyamı bir çiçekle / Ve hayran bakıyorum bu rüya gibi şekle” diyordu. Sonradan değiştirdi mi o şiiri de acaba? Bilmiyorum ama rüyanın yerine düş diyecek olursanız şiirden bir şey kalmayacağını biliyorum.

Son olarak, teşekkürler Hale Sert. 1930’ların dünyasında devlet eliyle kotarılan bir dil mühendisliği macerasının çok berrak bir fotoğrafını çektiğiniz için. Has edebiyatın o çılgınlıktan nasıl uzak durduğunu anlattığınız için.

YORUMLAR (220)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
220 Yorum