Bize konstitüsyon değil institüsyon lazım
Altılı Masa’nın kamuoyuna açıkladığı parlamenter sisteme dönüş programını içeren anayasa değişikliği taslağını kimileri beğenmediler. Daha kapsamlı bir anayasa değişikliği gerektiği fikrinde bu arkadaşlar. Daha kapsamlı derken ülkenin yüz yıldır çözülemeyen problemlerini ortadan kaldıracak kıvamda bir içerik kastediliyor.
Gelgelelim ülkedeki siyasi atmosferin ve Türk toplumunun bugünkü bölünmüş yapısının bir yeni anayasa tartışması için ne kadar müsait olduğu meselesi bir yana, mevcut sorunları bir metin kaleme almakla çözebileceğimizi düşünmek mantıklı görünmüyor.
Nitekim yaklaşık yüz elli yıl önce de yapılmış bu tartışma. Mithat Paşa ve arkadaşları Sultan Hamid’i anayasa ve parlamento düzenine geçilmesi şartıyla tahta oturttukları sırada başka kimi aydınlar, muhafazakâr devlet ricaliyle birlikte, buna karşı çıkıp “Bize konstitüsyon değil institüsyon lazım” diyorlarmış. Yani bizim şu anda anayasaya değil, kurumlara ihtiyacımız var…
Daha da doğrusu, bir anayasal düzen kurmak için önce modern devlet kurumlarının tesisi ve gelişmesi icap eder kanaatine sahipmiş bu kesim, anladığımız kadarıyla.
Gerçi Meşrutiyet’in ilanından çok kısa bir süre sonra padişahın anayasayı askıya alıp parlamentoyu kapatmasıyla başlayan süreçte kurumlar yönetimine doğru bir gidiş maalesef olmadıysa da “Önce anayasa mı, kurumlar mı” sorusu önemini yine kaybetmedi.
Mesela “aşırı özgürlükçü” diye tanımlanan 1961 anayasasının fazla yaşatılamamış olması kimilerince toplumun ve siyasi düzenin buna hazır olmayışının doğal sonucudur.
Bir bakıma tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan bilmecesini andırmasına rağmen, bizim gibi toplumlar için daima aktüel bir mesele işin bu boyutu.
Birinci Meşrutiyet günlerinden beri cevabını aradığımız soru değişmedi: Önce dört başı mamur bir anayasa yapıp, sonra bu anayasaya göre bir idari düzen oluşturmak mı doğru yöntem, yoksa tümevarımcı bir yol izleyerek anayasal bir düzene ulaşmak veya buna hazır hale gelmek için uğraşmak mı?
Yani, bir anlamda, “Evrimci yaklaşımla mı olur bu iş, yoksa devrimci tutumla mı” tartışmasından söz ediyoruz.
Teorik düzlemde her iki seçeneği de savunmak mümkün ama pratikteki şartlar bazen her iki fikri de devre dışı bırakabiliyor.
İşin içine günlük siyasi mücadeleler ve toplumdaki ideolojik ön kabullerin çatışması girdiğinde suyun akışı yönünde sürüklenmeye başlıyor teorik yaklaşımlar ve etkisizleşiyor.
O halde yapılması gereken, suyun akışını hesap ederek tekneyi sahili selamete eriştirecek bir yol bulmak olmalı.
Unutmayalım ki Türkiye iyi kötü bir anayasal demokrasi tecrübesine sahip. İlk yerel seçimlerin yapıldığı 1830’lardan beri oy sandığıyla tanışıklığımız var. “Modern devlet” kurumlarının çoğu cumhuriyetten eski. Sayıştay’ın kuruluş tarihi 1862. Yargıtay‘ınki 1868. Hariciye ve Mülkiye kurumlarının tarihi daha da eskilere uzanıyor.
Ne var ki son dönemde bir heves uygulamaya kalkıştığımız “şahsi yönetim modeli” parlamentoyu etkisiz hale getirip kuvvetler ayrılığı prensibine fiilen son verirken kurumlar da boşa çıktı.
Dünyada benzeri bulunmadığı için Türk tipi diye nitelendirilen bu modelde devlet başkanının yetkileri mutlaklaştırılırken kurumsal tecrübe ve iş bölümü geleneği terk edildi.
Liyakatin yerini sadakat prensibinin almasının doğal sonucu olarak kurumsal yeterliğini kaybetmiş bir idare yapısı ortaya çıktı.
Şimdi bu tahribatı nasıl onarabiliriz? Sil baştan yeni bir anayasa yaparak mı? Yoksa devletteki kurumsal tecrübeyi canlandırarak, ortak akla dayanan bir yönetim anlayışını getirerek, denetleyici organları çalıştırarak, idare kadrosunda ehliyeti ve liyakati esas alarak mı?
Bana sorarsanız, bütün bunlar yapılarak devlet makinası yeniden çatıştırılmaya başlanınca ve bu arada tabii toplumda gerginliklerin yerine asgari seviyede huzur tesis edildiğinde anayasa tartışması yapmanın da vakti gelmiş olur.
Şahısların kontrolü altındaki kurumlar yerine kuralların ve kurumların kontrolü altındaki yönetim modeline dönmeksizin başka hiçbir şey yapılamaz.
Şu da var ki yasaların veya anayasanın yazılması değil uygulanması gerekir. Biz bu dönemde bir yerel mahkemenin Anayasa Mahkemesince verilmiş olan bir hükmü uygulamaya direndiğini gördük. Ne çabuk unutuyoruz?
***
Meraklısı için notlar:
Meşrutiyet karşıtlarının “Bize konstitüsyon değil institüsyon lazım” dediklerini Prof. Gökhan Çetinsaya daha önce muhtelif yayınlarında zikretmişti. Prof. Kemal Gözler ise bir makalesinde “Birinci Meşrutiyet döneminde Berlin sefiri Edhem Paşa, Hariciye Nazırı Saffet Paşa’ya yazdığı bir mektupta ‘bize konstitüsyon değil, enstitüsyon lazımdır’ demiştir” bilgisini veriyor.