Ben devletim demeye başlamışsanız
Devlet geçmiş çağlarda belirli zümrelerin veya daha ziyade kimi hükümdar ailelerinin mülkü kabul edilirdi. Türkçedeki ülke ve mülk kelimelerinin müteradif oluşu da bundan.
Ancak insanlığın tarih boyunca yaşadığı tecrübelerin ve gelişmelerin doğal sonucu olarak bugünkü “modern devlet” tek tek vatandaşlardan müteşekkil millet bütünlüğünün yönetim aygıtındaki temsilcisi olarak kabul ediliyor. Buna göre yönetim aygıtında görev yapan kadrolar millete hizmetle yükümlüler yalnızca. Üstünde “geçici görevle” oturdukları makamların sahibi değiller. Bir zümreye veya bir aileye ait değil o aygıt. Söz gelimi babadan oğula geçen makamlar değil artık bunlar.
Ne var ki Türkiye’de şimdilerde -aralarından bazıları geçmiş yıllarda kendi devletlerinden “te-ce” diye söz eden- birtakım iktidar mensupları “Ben devletim, bana laf söyleyen devlete laf söylemiş olur” diye kendilerini eleştirenleri korkutmaya çalışıyor.
Bunu söyleyen kişi ya devletin ne olduğunun farkında değil ya da oradaki mevcudiyetinin bir “hak” değil “görev icabı” olduğunun bilincinde değil.
***
Peki, bu retorik nerden kaynaklanıyor? Galiba, devletin sahibi olan millete karşı sorumluluklarını yerine getirmedeki eksikliklerinin o makamlarda bulunmalarının meşruiyetini tartışılır hale getirdiğinin itirafı var bu yaklaşımda. Yani hesap veremez durumda oldukları için “Bizden hesap soramazsınız” diyerek kabadayılığa vuruyorlar işi.
Gelgelelim geçici olarak bulundukları o makamların kendilerine sağladığı “görev gücünü” makamın gerçek sahibinden gaspetmeleri mümkün değil. Neredeyse iki asra yakın bir süre geçti bu milletin oy sandığıyla tanışmasının üzerinden. Dünyanın ve insanlığın bugün gelmiş olduğu noktada zaman zaman belirli geri dönüşler de yaşanacaktır mutlaka ama bir toplumun egemenlik haklarını herhangi bir zümreye terk edebileceğini düşünemeyiz artık.
Dolayısıyla “devlet benim” retoriği ne olursa olsun milletin haklarına yönelik ciddi bir tehlike oluşturmuyor. Ama devletin bekasını gerçek anlamda tehlikeye atabilecek bir başka yaklaşım var ki onun ciddiye alınması gerekiyor:
Devlet kurumlardan oluşur. (Kurumları yaşat ki devlet yaşasın!) Her kurumun yasayla belirlenmiş yetki ve sorumluluk alanı vardır. Maliyenin alanı, askeriyenin alanı, eğitimin alanı vs. O alanların özgül şartları ve ihtiyaçları çerçevesinde teşekkül etmiş gelenekler vardır. Yazılı veya yazısız kurallardır bunlar. Millet varlığının yasal çatısı diyebileceğimiz devleti bunlar meydana getirir. Bunları gözetmeden devlet yönetilemez. Daha önce de dikkat çekmeye çalıştım, bugün kurumları olmayan bir devlet inşa ediliyor adeta. İktidarın benimsediği “merkeziyetçi siyaset” anlayışı doğrultusunda kurumsal geleneklere, tecrübeye, istişareye vs. değil, kişiye bağlı olarak kurgulanan yönetim modelinde her kurumun merkezdeki dar bir çevrenin kontrolüne alınarak işlevsizleştirildiği görülüyor.
***
Kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılması sonucunda yargı düzeninin tamamen siyasallaşması… Siyasi iktidara bağlı bir yargı mekanizmasının devreye girmesi… “Kanun önünde eşitlik” ilkesinin fiilen uygulamadan kaldırılması… Yargı kararlarının öngörülebilirliğinin kaybolması… Bütün bunlar devletin devlet olmaktan çıkması demek. Çünkü devlet hukuk demektir.
Dolayısıyla bugün birilerinin ortalarda dolaşıp “Ben devletim, bana laf söyleyen devlete karşı çıkmış olur” diye caka satmaları değil, devletin devlet olma vasfının giderek kemirilmekte oluşu asıl problem. Bu problemin bu dönemde çözülmesini beklemek artık gerçekçi de değil maalesef. Buna ilişkin çözümleri ileride çokça tartışacağız muhtemelen.
Ama tabii yaklaşık yirmi yıldır “milli irade, sivil siyaset, tam demokrasi, ortak akıl…” lafları edip duran bir kadronun bugün birden bire böylesine farklı bir retoriğe yönelmiş olmasının sebepsiz veya tesadüfi olmayacağı da muhakkak. Uzun uzadıya düşünmeye gerek yok. Bu sebep milletin desteğinin kaybolmuş görünmesi olabilir ancak.
Ben devletim demeye başlamışsanız devlet aygıtını yönetme yetkinizin süresinin yeniden uzamayacağını görmüş olmalısınız.