Aşiret kültürüyle siyaset
Türkiye’de birbirini düşman olarak gören, “Bunlar imkan bulursa bizi yok ederler” diye birbirinden ölesiye korkan toplum kesimleri var. Aslında çoğu hiç yüz yüze gelmemiş olan, birbirlerini gerçekte tanımayan bireylerden söz ediyoruz. Neden düşmanlar birbirlerine peki? Bir tür “aşiret kültürü” yüzünden. Daha bilimsel bir adlandırma isterseniz, dar grup aidiyeti psikolojisi de diyebiliriz buna.
Bizim ülkemizde sosyalistler milliyetçilerden, milliyetçiler sosyalistlerden, İslamcılar Kemalistlerden, Kemalistler İslamcılardan, liberaller hepsinden, hepsi liberallerden ve aslında hepsi birbirinden korkarlar, birbirini düşman görürler. Ama kişi olarak değil toplu olarak.
Aile üyeleriniz arasında, komşularınız içinde, iş ve meslek muhitinizde sizinle aynı siyasi/ideolojik angajmanı paylaşmayan kişiler ise düşmanınız değildir. Çünkü onları “şahsen” tanıyorsunuzdur. Ama onların üyesi oldukları politik gruba ve o grubun şahsen tanımadığınız diğer üyelerine düşmanlığınız bakidir.
Demek ki meselenin özü kişiler arasındaki görüş ayrılığı, inanç farklılığı, değerlerin uyuşmaması, kültür çatışması falan değil. Yabancıya karşı duyulan kuşku.
***
İnsan sosyal bir yaratık. Tek başına değil, ancak topluluk içinde hayatını sürdürebilen bir canlı. Öyleyse başka insanlarla bir arada olmamız bireysel çıkarımızın gereği. Ancak bu ihtiyaç, paradoksal biçimde, bireysel çıkarlarımızı grup çıkarının gerisine çekmeyi gerektiriyor.
Grup çıkarlarını birey çıkarlarının önünde tutmanın gerekçesi muhtemelen çok eski devirlerde “grup olmadığında bireyin de olamayacağı” (yani insanların bir arada bulunmadıkları takdirde tek başlarına hayatlarını sürdürmelerinin mümkün olmayışı) gerçeğidir. O günlerden bu yana DNA’larımızda taşıdığımız bir bilgi bu. Nesilden nesle aktarılan bir yasa.
Bu doğal yasanın gereği olarak çekirdek aileden başlayıp sülale, klan, aşiret diye giderek genişleyen ve hepsi kan bağına dayalı (sayılan) topluluklar halinde yaşamış atalarımız. Güven duygusunu orada bulmuşlar. Zaman zaman kendilerine benzeyen bazı gruplarla kendilerine belki daha az benzeyen başka gruplara karşı işbirliği de yapmışlar. Bu işbirliğinin işe yaradığı görülünce ilişkiler artmış, kavim veya ulus dediğimiz birlikler oluşmuş. Kabile, aşiret gibi yapıların üstünde yer alan bu çerçeve kimlikler şehir hayatına geçilmesiyle birlikte daha işlevsel hale gelmiş ve insanların daha önce yalnızca kandaşlarına karşı besledikleri sınırlı güven duygusunun kapsamı genişlemiş. Böylece ticaret, sanat, eğitim ve bilim faaliyetleri gelişmiş, medeniyetler teşekkül etmiş.
Buna karşılık, başka gruplarla ilişkileri daha sınırlı kalan topluluklar içe kapalı şekilde süren sosyal yaşayışları itibarıyla bu gelişmelerden uzak kalmışlar. Dolayısıyla şu veya bu şekilde medeni normlarla karşılaştıklarında yabancılık yaşamışlar, yeni şartlara kolay intibak edememişler.
Ne var ki “medenileşen” topluluklar da birtakım doğal süreçler sonucunda sosyokültürel yapıların ve buna bağlı olarak siyasi organizasyonların çözülmesiyle birlikte yeniden aşiretleşme eğilimi içine girebilmişler. Çünkü kapsayıcı kimlikler zayıflamış, güven azalmış ve sonuçta medeniyet normlarından uzaklaşma başlamış.
***
Bugün de bazı toplumlar böylesi süreçlere maruz durumdalar. Ne yazık ki Türk toplumu için de geçerli bu durum. Bugün Türkiye’de -kimilerinin “kimlik sorunu” dedikleri- temel sorun toplum kesimlerinin birbirinden uzak kompartımanlara dağılmış olmasıdır.
Bir parça yakın tarihin kırılmalarından izler taşıyan, bir parça hızlı şehirleşmenin ve göçün eseri olan, bir kısmı dinin farklı yorumlarından kaynaklanan, biraz etnik hassasiyetlerden beslenen, sınıf esaslı olmasa bile ekonomik ayrışmalarla da ilgisi bulunan, küçük bir bölümü ideolojik angajmanlardan büyük bir bölümü ise düpedüz parti sadakatinden veya alışkanlığından ileri gelen bir kompartımanlaşmadan söz ediyoruz. Bilhassa son yıllarda sertleşen siyasi kutuplaşmanın körüklediği toplumsal dağınıklıktan.
Öteden beri hep yakındığımız güvensizlik sorunu bu tablonun hem sebebi hem de sonucu. Daha doğrusu birbirini besleyen mekanizmalar bunlar. Biraz önce ticaretin, sanatın, eğitim ve bilim faaliyetlerinin veya kısaca medeniyetlerin ortaya çıkmasındaki rolünden dem vurduğumuz güven duygusunun eksikliği saydığımız değerlerin de bozulması, çürümesi, elden gitmesi demek.
Gelgelelim bunun farkında olanlar çoğunlukta değiller hiçbir zeminde. Siyasetçi halinden memnun, daha büyük işlerle uğraşan aydınların umurunda değil iletişim teknolojilerinin ve medyanın en güçlü olduğu bir süreçte yaşanan bu dağılma. Toplumu birleştirici bir işlev görmesi gereken milliyetçiliğin bile birtakım ellerde popülizme dönüşüp ayrıştırıcı bir yönde kullanılmaya çalışılması geleceğimiz adına pek ümit verici bir görüntü değil maalesef. Ancak, bardağın dolu tarafına bakacak olursak, neyse ki bütün bu sorunların hepsinin çözümü var.
***
Zira Türkiye’deki kavga veya çekişme farklı siyasi kesimler arasında. Farklı toplum kesimleri arasında değil. Haddizatında problemin asıl temeli şu: Her toplumun içinde -tıpkı matruşka bebekleri gibi- başka toplumlar da yer alır. En başta kan bağımız olan aile üyeleri olmak üzere birtakım ortak özellikleri paylaştığımız başka insanlarla toplumun geri kalanından ayrı kümeler oluşturuyoruz ve sonra mensubu bulunduğumuz bu küçük kümeye aidiyet hissiyle bağlanıyoruz. Tek tek küçük gruplardan oluşan büyük gruba da aidiyet duyuyoruz elbette ama küçük grup aidiyeti diğerinden daha fazla ağır basıyor. Çünkü daha fazla güvenli hissettiğimiz zeminlerde daha kolay toplumsallaşıyoruz. Öyleyse küçük grup aidiyetlerinin duvarlarını aşmak için büyük grup zemininde güven eksikliği hissetmemek gerekiyor. Üstelik günümüzde şehirlileşme ve milletleşme süreçleri sonunda güç birliği ve dayanışma içinde olmamız gereken insan grupları eski devirlere kıyasla çok daha fazla genişlemiş bulunuyor.
Ne var ki psikolojimiz veya genetik kültür kodlarımız bu yüzeydeki ihtiyaca karşı derinden itirazlar ve hatta birtakım engeller üretiyor. Güvensizlik duygusu bunların en mühimi. Toplumsal çözülme süreçleri, kültürel kompartımanlaşmalar, siyasi kutuplaşmalar vs. bu duyguyu besleyip büyütüyor.
Bu engeli aşmanın yolu toplumun ortak değerler ve hukuk çerçevesinde birlik oluşturabilmesi, yeni modern manada millet olması yolunda herkesin üzerine düşeni yapması.
Elbette bunun için öncelikle siyasetçimizin, aydınımızın ve medyamızın “aşiret dilini” kullanmaktan imtina etmesi, karşısına çıkan birtakım toplumsal anlaşmazlıklara ayrıştırıcı değil birleştirici olma yönünde yaklaşmayı şiar edinmesi gerekiyor. Bugünkü siyasetten veya bugünkü medyadan bunu beklemek gerçekçi olmayabilir belki ama yol bu. İllaki bu yolda yürüyecek birileri olur. Bugün olmazsa yarın olur. Yalnız, çok geç olmazsa da iyi olur.