Başakşehir veya Nişantaşı
“Muhafazakar Orta Sınıf” eleştirisini çok duyduk. Bu yeni kimliğin sancılarıyla sosyal medyada çok dalga geçildi ama meselelenin nasıl böyle olduğunu yeterince tartışamadık.
İktidar-Sermaye ilişkilerini düşündüğümüzde 17 yıllık Ak Parti iktidarıyla sermayenin bir kısmının el değiştirdiğini ve muhafazakarların zenginleşmeye başladığını söylüyoruz hemen. Bu zenginleşmenin getirdiği şehirleşme, modernleşme ve sınıf değişimi ile doğan yeni kimliğin başta bocalaması çok normal. Doğumun doğal olanı sancılı olandır. Bebeğin olgun doğmasını beklemek olgun bir tavır değil.
Bebek-doğum deyince bu kimlik bunalımının en iyi örneklerinden birisi olan bebek meselesi aklımıza geliyor. Bir iki nesil önce büyüklerin yanında dillendirilemeyen hamilelik bugün parti yapma sebebi. Cinsiyet öğrenince kurban kesilmiyor, dişi çıkınca konu komşuya yemek dağıtılmıyor artık. Cinsiyet öğrenme partisi, ilk diş partisi, ilk yürüyüş partisi, ilk kelime partisi derken bebeğin büyümesinin her evresini çok çeşitli ve yaş pastalı bir masanın arkasında dizilmiş hanımefendilerin sahte pozlu partileriyle takip edebiliyoruz.
Erkeklerde de durum pek farklı değil. Neşesini ve itiraz yeteneğini kaybeden, mülkiyet hevesi yükselmiş (devamlı internetten araba bakan şeklinde örneklendirilebilir) ve dünyanın halini dert etmeyi bırakıp dünyasının halini dert eden, yani dünyevileşen, erkekler görüyoruz. Bu erkeklerin isimleri genelde Hamza, Hüseyin, Mücahit… Çocuklarının isimleriyse Berk, Can, Emir...
Bu kendisiyle kıyaslama meselesini bu aralar sıkça duyduğumuz “Nereye gidecektik ama nereye geldik, bunca mücadele bunun için miydi?” bağlamında söylemiyorum. Sorunun kaynağına inebilmek için veriyorum. Bu kimlik bunalımı “saçları üç numaraya vurulu çocuklar”ın sonucudur demeye çalışıyorum.
Benim de aynen böyleydi çünkü, oradan biliyorum. İlk okula gidiyordum ve saçlarım üç numaraydı. Sınıfın en güzel kızları, o çocukluk aşkları, benimle değil de her gün saçlarını tarayıp gelen, çantası ve kalemliği çok güzel olan o çocuklarla oynamak istiyordu. Biraz büyüyüp liseye başladığımda da durum benzerdi. Annemin çarşaflı, babamın sakallı olması sanki bir ayıpmış gibiydi. Namazdan değil de cazdan bahsedersem daha aydın dururum sanıyordum ama en nihayetinde adım Enes’ti. Öyle ulu orta küfürlü konuşmamam, kızlarla ilişkilerimde bir seviyeyi korumam ve çok saygılı olmam öğretilmişti. Sanki böyle olmasaydı daha iyi, daha karizmatik, daha başarılı olurdum gibi geliyordu. Orta okulda gitar kursuna gitmiş olsam, saçlarım biraz uzun olsa, annem sarışın bir iş kadını olsa falan.
Sokaktaki algıyı sorgulayabilecek yaşa lise 2 gibi gelmiştim, muhafazakar bir ailenin çocuğu olmayı bırakıp İslamcı bir genç olmuştum. İslamcılık, modernizm karşısında ezikliği reddedip bir kimlik kurma imkanı vermişti. İşte o zaman babamın sakalı bana çok asil gelmeye başlamıştı. Türkü dinleyerek büyümüştüm ve şimdi marş söylemeli, bağlama öğrenmeliydim. Şiir okumayı çok seviyordum ve bu pek tabii onur duyulacak bir şeydi. Belki bu şiire, siyasete olan ilgim sayesinde fark etmiştim bunları ve o ezikliği öyle atabilmiştim üzerimden. Kimliğimi böyle kurmuştum.
Birçok arkadaşım kimliğini bulamadı, savruldukça savruldu. Bunu da üzülerek izledim. Onları suçlamak için söylemiyorum bunu. “Seküler Dip Dalga”nın adını koymaya çalışıyorum. Sokaktaki iktidarın hala değişmediğini ve hatta sekülerizmin mevzi kazandığını göstermek ve muhafazakarlığın bu algıyı yıkmadan bir kimlik inşa edemeyeceğini söylemeye çalışıyorum. Bu algıyı da kültürle değil de siyasetle yıkmaya çalıştıkça ters tepeceğini anlatmak istiyorum. Hatta “dindar nesil” arzusunun tam ters etki yaptığını ve yeni nesilde iktidara muhalif olmanın muhafazakarlığa, İslamcılığa, dindarlığa tepkili olmaya dönüştüğünü, tepeden gelen nesil yetiştirme projelerinin başarısız olduğunu en iyi bilen yönetimlerin bunu yine tepeden denemesinin kinder bir nesil oluşturduğunu göstermek istiyorum fakat yazıyı çok saptırmamak için “Seküler Dip Dalga”nın adını koyup o bahsi kapatıyorum.
Tüm bu bebek partisi heveslerinin, gökdelenlerde oturma taleplerinin içte kalmış sekülerlik olduğu çok açık. Çünkü bunlar sekülerlerin yıllardır farklı şekillerde yaptıkları işlerin muhafazakarlığa uyarlama çabaları. Bu yüzden bu mesele hakkında derin sosyolojik analizler yapılırken saçları üç numaraya vurulan çocukların psikolojisini unutmamak gerekiyor. Sekülerizm ve bireyselleşme en nihayetinde ruhsal birçok soruna yol açsa da kısa vadede cazip geliyor. Özellikle eğlence anlayışı ve cinsellik sekülerizmi muhafazakarların gözünde iyice cazipleştiriyor. Bu cazipleşme de ya muhafazakarları ya da muhafazakarlığı sekülerleştiriyor.
Hidayet romanlarıyla muhafazakarlığın ezik bir duruş olmadığı ilk kez kültürel alanda vurgulansa da yeşilçamın çizdiği dolandırıcı imam, geri kafalı dindar profilini yıkmaya yetmedi.
Son zamanlarda bu konularda yazılmış çok kıymetli bir eser var. Tarık Tufan’ın müthiş romanı Şanzelize Düğün Salonu. Meseleyi daha birçok boyutuyla okuyabilmek için çok iyi bir örnektir.
Bu konularda daha çok roman, film görmüş olsak, meseleyi tartışsak kültürel inşa süreci daha sağlıklı ilerlerdi. Meseleyi sadece sosyologlara, siyasetçilere bırakmamalıyız. Çünkü onlar muhafazakar orta sınıfın sekülerleşmesi başlığı atıldığında genellikle Ak Parti’nin oy kaybetmesini inceliyorlar. Siyasal partilerin geçici kurumlar olduğunu bildiğimiz için meseleyi siyasi analizlerimize veri sağlamak için değil soruna çözüm bulmak için tartışmalıyız. Kimliği kültür verir, kimlik bunalımları da her zaman kültürün konusu olmuştur. Bu dönemde ise kültürün konusu olmayan bir sermaye geçişi gerçekleştiği için mesele bu kadar görünür hale geldi.
İşte bu kültürü inşa edilmeden büyüyen sınıf sonucu doğan muhafazakarlık görünümlü yeni sekülerizm karşımıza Başakşehir olarak çıkıyor. Mimarisi, mahallesi, komşusu, estetiği olmayan, mülkiyete ve gösterişe dayalı bir muhitten bahsediyorum, sembol anlamıyla kullanıyorum. Bugün artık kültürel olarak Nişantaşı’nın karşısına konumlanacak yer burası. Seküler çevrenin Beyoğlu’ndan Nişantaşı’na taşınması ne kadar büyük kayıp olduysa muhafazakar çevrenin Üsküdar’dan Başakşehir’e taşınması da o kadar büyük kayıp oldu. Çünkü Üsküdar kaybedildi. Abbara’yı saymazsak birkaç şairin, ressamın oturup konuşacağı, gençlerin felsefe tartışacağı adresler yok. Üsküdar meydandaki tek kitapçı olan Kaknüs Kitabevi’nin kapanması bile Başakşehir’e taşınmanın kaçınılmaz bir sonucu olarak okunabilir.
Muhafazakarlığın sekülerleşmesi kaçınılmaz bir sonuç değil, sadece yanlış yönetilmiş sürecin bir evresi. Biz Başakşehir’e isyan edemedikçe ne bu süreci atlatabiliriz ne de Nişantaşı’yla dövüşebiliriz. Üsküdar’ın önündeki en büyük engel Başakşehir’dir.
Üsküdar’a gider iken bir mendil bulsak da şöyle içimiz ferahlasa. Dönsek sonra Beyoğlu’na, “sizinle dövüştükçe güzeliz biz bu meydanda” desek. Meydanlarımız da betondan olmasa.