‘Onca kalabalığa rağmen, bu nasıl bir yalnızlık’
Uzun zamandır yazmayı düşündüğüm bir konuydu... Not defterimi karıştırırken “mutlaka yazmalıyım nostaljik olur” notuyla yeniden gözüme ilişti. O anki duygularımı hatırlatması açısından, Charles Dickens’in İki Şehrin Hikayesi kitabından “Onca kalabalığa rağmen, bu nasıl bir yalnızlık” sözünü de not etmişim...
Özellikle son bir yıldır, 1960’lı, 70’li, 80’li ve 90’lı yıllar üzerinden “eski ve yeni” Türkiye tartışmaları yapılıyor biliyorsunuz...
Beni etkileyen; alıp umut dolu çocukluğuma, gençliğime, yumruk olmuş ellerimle protestodan protestoya koştuğum o eski, o geçip gitmiş günlere götüren söze geleyim:
“Yaşı 25-30’un altındaki gençler zannediyorlar ki Türkiye hep böyleydi. Eski Türkiye, bugünün gençlerine anlatmalıdır.” (Cumhurbaşkanı Erdoğan, 4 Haziran 2018)
1960’lı yıllara dair bir şey söyleyemem, ancak “eski Türkiye”ye dair 1970’li yılların ortalarından itibaren hatırladıklarımı anlatabilirim...
Babam devlet memuruydu. Vizontele filminin aynısını çocukluğumda yaşadığımı söyleyebilirim. Mesela, Türkiye’nin en karanlık yıllarında Ankara Mamak’taydım. 1979 -1980 yılı öğretim yılının ikinci döneminden itibaren Mamak ilköğretim okulunda jandarmanın gölgesinde giriyorduk derslere ve jandarmanın gölgesinde çıkıyorduk teneffüslere... Çoğu kez okul tatil olurdu. Sınıfta tam olarak 75 kişi miydik hatırlamıyorum ancak sıralarda üçer kişi oturduğumuzu biliyorum. Hatta siyasetin konuşulduğu bir evde büyüdüğüm için, ne olup bittiğinin farkında bir çocuk olarak yetiştim...
Sokaklar güvenli değildi. Bugünün gençleri bilmez elbette, televizyon tek kanaldı. Akşam 20.00’de istiklal marşı ile açılır gece 00:00’da Anıtkabir’de askerlerin okuduğu İstiklal Marşı ile kapanırdı. Sonra sinyal sesi ile birlikte “televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız” uyarısı çıkardı. Evimizde toplanan bütün mahalleli “televizyonunuzu kapatmayı unutmayın” yazısı çıkıncaya kadar beklerdi...
Üniversitelerde çıkan olaylar, çıkan çatışmalarda hayatlarını kaybeden gençler... Akşam ajansında normal yaşama dair, lifestyle haberler hiç yoktu... Hangi ilde daha sıkıyönetim ilan edilmiş duyuru haberleri bir de 1970’de 620 gramı 80 kuruşa olan ekmeğe peş peşe gelen zam haberleri. Bakkalların hali vakti yerinde olmayanlara verdiği, kırmızı ve sarı saman kağıdından yapılmış alışveriş karneleri vardı... Bizim evde de o karnelerde vardı, daha çok ekmek almak için kullandığımı hatırlıyorum. Akşamları evde konuşulan mevzular genelde ya “yağ, tüp, şeker” kuyruğuna giren komşularımızdan “bilmem kimin” başına gelenler ya da kuyrukta yaşanan komik arbedeler. Ve bir yanda da Eurovizyon’da bizi temsil edecek Ajda Pekkan haberleri. 12 Eylül’den sadece birkaç ay önce 19 Nisan 1980’de Ajda Pekkan’ın mavi elbiseler içinde Eurovision Şarkı Yarışması’nda okuduğu “Aman Petrol” şarkısı hala hatırımda... 12 Eylül darbesine götüren o kanlı sokak çatışmaların yaşandığı o günlerde Türkiye’nin en sakin olduğu tek akşam olmalı. Bütün Türkiye’de 19 Nisan akşamı, adeta hayat durmuştu sanki... Öğretmenim. Canım öğretmenim. Nasıl idealist bir öğretmendi. Okula sadece ders vermek için gelmezdi, teneffüslerde dahi bizimle ilgilenir okumaya teşvik etmek için uğraşır, hatta ödüller vaat ederdi.
Öğretmenlerin idealist olduğu dönemlerdi. Kaos vardı, çatışma vardı. Okula ulaşmak kolay değildi. Ama çocukluğum yine de umut içerisinde geçti.
Sonra... 90’lı yıllar... Yine Türkiye’nin zor yılları... En çok da 28 Şubat dönemi... Ancak geleceğe dair umut dolu olduğumuz yıllar. Ne güzeldik... Hukuksuzluk vardı, adaletsizlik diz boyu idi. Dindar kesim ülkenin üvey evlatları bile değildi. Evlerde, vakıflarda yapılan sohbetlerde, “biz” diyorduk “biz”... Biz inanlara iktidar olma fırsatı verilse, adaleti tesis ederdik. Bu ülkenin ötekileştirilmişi olmazdı. Bu ülkede hukuk olmadığı için bu mağduriyetler yaşanıyordu; biz gelsek iktidara bu ülkede hukuk olur, diyorduk. Mücahittik, adil insanlardık, dünyanın neresinde olursa olsun zulme, adaletsizliğe, eşitsizliğe karşıydık. Özgüvenliydik. Ahlaklıydık.
İslami kesimin bütün sivil toplum kuruluşlarıyla, radyolarıyla, televizyonlarıyla, gazeteleriyle, aydınlarımızla gurur duyduğumuz dönemlerdi. Okuduğumuz kitaplardan, heyecanlarımızdan tek tek bahsetmeme gerek yok. Zira Nihal Bengisu, geçtiğimiz günlerde hepimizin duygusuna tercüman olan bir yazı kaleme aldı.
Şimdi her şey güzel. Başörtüsü sorunu yok, İmam Hatipler için katsayı sorunu yok. 17 yıldır inanan insanlardan oluşan kadrolar iktidarda.
Fakat, “onca kalabalığa rağmen, bu nasıl bir yalnızlık” duygusundan kurtulamamak...
Aslında demek istediğim, söylemekte zorlandığım, yutkunduğum şey şu... 47 yaşında birisi olarak bugün yeni Türkiye’yi eski Türkiye ile mukayese ederken, yutkunarak değil, boğazımda bir şeyler düğümlenerek değil, özgüvenle gururla anlatmak isterdim.
Dışarıda Eski Türkiye’yi anımsatan “patates, domates, biber, patlıcan” kuyrukları olsaydı tek sorunumuz. Atlatılırdı. Bunlar atlatılmayacak şeyler değil der geçerdim...
Ama değil...
Defterime aldığım son notu paylaşarak noktalayayım yazımı en iyisi...
“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana -sözün kısası – şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece ‘daha’ sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırabileceğini iddia ederdi.” (Charles Dickens, İki Şehrin Hikayesi, sh.13)