‘Muhteşem ve feyizli bir başlangıç’
2021, Malazgirt Zaferi’nin 950. yıldönümüdür. Okçular Vakfı’nca düzenlenen festivali ve bugün Malazgirt’te Başkan Recep Tayip Erdoğan’ın da katılacağı törenleri bu büyük yıldönümüne ciddi bir hazırlık olarak görüyorum. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yanı sıra, diğer resmi kurumların ve sivil inisiyatifin önümüzdeki üç yılı iyi değerlendirmeleri ve sanatçıları bu yönde teşvik etmeleri gerekir. Malazgirt Zaferi’nin 900. yıl dönümü, İstanbul’un fethinin 500 ve 550. yıl dönümleri gibi çok sönük geçmişti.
Malazgirt’in Türk tarihi açısından ne kadar önemli olduğunu ilk fark eden Yahya Kemal’dir. Geçen yılın 17 Ağustos’unda bu köşede yayımlanan yazımda, büyük şairin bir hayalinden söz etmiştim: Muharebenin cereyan ettiği meydanda koşu halinde yüzlerce at heykelinden oluşan bir âbide... İstanbul’da, denize bakan geniş bir meydana dikilecek Fatih heykeliyle tamamlanması gereken bu âbide, devlet tarafından değil, halkın gönlünden kopan yardımlarla yapılmalıydı.
Yahya Kemal’in bu hayalinden tek söz eden Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Üstadın anlatışından Malazgirt ve Fatih abidelerini birlikte hayal ettiklerini, “Yahya Kemal’le Malazgirt Muharebesi’nin dokuz yüzüncü yıl dönümü üzerinde ne kadar çok konuşmuştuk. Ne kadar projelerimiz vardı,” cümlelerinden anlıyoruz. O halde bu hayal, Tanpınar’ın da hayaliydi.
Peki, iki şair Alpaslan’la Fâtih’i niçin birlikte düşündüler? Bu sorunun en net cevabı, Tanpınar’ın “Yaklaşan Büyük Yıldönümü” başlıklı yazısındaki şu cümlesindedir: “Üçüncü bir nokta da İstanbul fethinin Malazgirt’ten başlayan bir hamleyi tamamladığı hakikatidir. Çünkü vatan, İstanbul’u fetihle bütünlüğünü kazanır. Tıpkı milletimizin tarihî vazifesine onu fetihle kavuştuğu gibi.”
***
Tanpınar, Yahya Kemal hakkındaki o nefis kitabında, Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’nın 26 Ağustos gecesi Dumlupınar’da nasıl bir rüya görmüş olabileceğini tahmin etmeye çalışır. Onun ve Milli Mücadele’yi yürüten diğer kumandanların rüyaları acaba millet için hazırladıkları geleceğe dair bir şeyler söylüyor muydu? Bu düşüncenin kendisini başka bir büyük geceye, 1071 Ağustos’unun 26. gecesine götürdüğünü söyleyen Tanpınar şöyle devam ediyor:
“Malazgirt’te bileğinin kuvvetiyle, dehasının zoruyla bize bu aziz vatanın kapılarını açan Alparslan’ı, muharebe emri vermeden evvel hangi kuvvetler ziyaret etti ve ona neler gösterdi? Üç kıtada genişleyecek yeni bir Roma’yı kurmak üzere olduğunu, talihini, avuçları içinde taşıdığı milleti, yeni bir tarih ve coğrafyanın emrine verdiğini, yeni bir terkibin doğmasına bir çınar gibi yetişip kök salmasına sebep olduğunu acaba hissetmiş miydi? Hiç tanımadığı dehalı çocuklar, müstakbel zaferlerin kumandanları, henüz söylenmemiş şiirlerin şairleri, henüz yükselmemiş şaheser yapıların mimarları, henüz duyulmamış nağmelerin bestekârları etrafında henüz açmamış bir fecrin gülleri gibi dolaşmıyor lar mıydı? Gözlerinde Sultan Hanı’ndan, İnce Minare’den bir hayal yok muydu? Eğer yokduysa, bütün bunlardan habersiz, bu müjdeleri içinde konuşur bulmadan o büyük işi nasıl yaptı? Nasıl on senede Malazgirt’ten Akdeniz kıyılarına, bu toprağın tanımadığı ve tatmadığı bir ideali taşıdı? Fatih’in İstanbul fet hinden evvelki uykusuzlukları, Bâkî’nin ve Nedim’in, Neşatî ve Nâilî’nin, Sinan’la Hayreddin’in, Kasım’ın, Itrî ile Dede’nin, Seyyid Nuh’la Tab’î Mustafa Efendi’nin ve daha yüzlerce onlara benzeyenlerin dehalarına yüklü bir kaderi kendisine taşımasın dan gelen bir sabırsızlıktan başka ne olabilir? Ve eğer o mübarek ağrı olmasaydı bütün bu eserler nasıl doğarlar, hangi mucize ile eski hayat ağacı yeni meyvalarla donanırdı?”
Bunları Beş Şehir’in “Ankara” bölümünün sonunda söyleyen Tanpınar, aynı meseleye “Erzurum” bölümünde de girmiştir:
“Malazgirt Ovası’nda dövüşen yiğitler, kılıçlarının havada çizdiği kavsin, bütün ufku dolduran nal şakırtılarının, Sinan’ın, Hayreddin’in, Itrî’nin, Dede’nin dünyalarına gebe olduğundan elbette habersizdiler. Kader, insan ruhu bir tarafını tamamlasın, yaratılışın büyük rüyalarından biri gerçekleşsin diye, onları bu ovaya kadar göndermişti. Yaratıcı ruhun emrinde idiler, onun istediğini yaptılar.”
***
Malazgirt Zaferi, Yahya Kemal gibi, Tanpınar’ın da kafasını sürekli meşgul eden meselelerden biriydi. Bir yazısında Namık Kemal’in tarihçiliğini değerlendirirken Malazgirt Zaferi’nin ne kadar önemli olduğunu fark edemediğinden söz eder. Bu “muhteşem ve feyizli bir başlangıç” hakkında ne yazık ki kendisi de fazla bir şey yazmamıştır. Yahya Kemal de son yıllarında çalıştığı büyük Malazgirt şiirini tamamlayamamıştı. Tanpınar’ı kusursuzluğuyla şaşırtan “Alp Arslan’ın Rûhuna Gazel”ini ne zaman yazdığını bilmiyoruz.
Şu gerçeğe işaret etmek zorundayım. 900. yıl vesilesiyle yazılan bazı eserler sayılmazsa, edebiyatımızda Malazgirt Zaferi yok gibidir. İki ayrı antolojide bir araya getirilen Malazgirt şiirlerinin çoğu maalesef kuru hamaset olmaktan öteye geçmiyor. Arif Nihat Asya, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Niyazi Osman Gençosmanoğlu’nun yazdıklarını önemsiyorum. Birkaç oyun da yazılmış. Romana gelince… Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun yazdıkları dışında roman yok. Zafer öncesinin ve zaferin anlatıldığı Kilit (1971) ve Anahtar (1972), zaferin ardından Anadolu’nun büyük bir hızla nasıl vatanlaştığının hikâye edildiği Kapı (1972), Konak (1973) ve Çatı (1974)…
Sadece edebiyatımız mı? Türk resmi ve sineması da Malazgirt yoksuludur.
***
Tanpınar, Yahya Kemal’le birlikte kurduğu hayali anlattıktan sonra “Bu tasavvurda bizimle beraber olanların çoğu şimdi büsbütün başka fecirleri selâmlamak sev dasında. On-on beş senede ne kadar çok değiştik,” diyor. Aziz yazar, Anadolu’nun vatanlaşma macerasını küçümseyip Ege sularına yelken açarak antik çağlara sefer eden, Alpaslan’a değil Hektor’a neşideler söyleyen aydınları kastediyor olsa gerek!
Her neyse… Yahya Kemal ve Tanpınar’ın müşterek hayali Malazgirt Zaferi’nin 950. yıldönümünde gerçeğe dönüştürülse, ne güzel olur!