Bir sahafın dağarcığından
Geçenlerde bir vesileyle Yedigün dergisinin 1930’larda çıkmış sayılarını gözden geçirirken Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nun “Merdiven Efendisi: Sahaf” (sayı 5, 12 Nisan 1933) başlıklı bir yazısı dikkatimi çekti. Zengin kültür ve bilgi birikimimizin yok olmasını önleyerek gelecek nesillere aktarılmasını sağlayan sahaflara saygım sonsuz olduğu için bu meslekle ilgili haber ve yazıları da bir gün bir şeyler yazmak düşüncesi ve ümidiyle not ederim.
Eskilerin “Deli Nizam” dedikleri Nizamettin Nazif ne mi yazmış? Kim bilir ne önemli şeyler yazmıştır diye düşünerek okumaya başladığım yazının daha ilk cümlelerde büyük bir şaşkınlığa uğradım. Tepedelenli Ali Paşa’nın “deli” torunu neler yazmamış ki...
“Sahaf eski devrin belli başlı çeşitlerinden biridir. Medrese kalktı, Darülfünun üniversite olmağa hazırlanıyor. İmaret ve fodla unutuldu. Sarıklı molla silindir şapkayı yadırgamıyor. Bol şalvarlı Kadı’nın kuvveti, saçlarını Marsel’de kestiren, tırnakları manikürlü güzel hâkim kıza geçti. Fakat sahaf hâlâ gidenlerin kervanına katılamadı. Selâtin türbelerinin aşınmış mermer merdivenlerinde sürünüyor, fakat yaşıyor.”
Kara Davud isimli romanında, kahramanına Fatih Sultan Mehmed’in suratına okkalı tokat aşk ettiren Deli Nizam, “Sahaf kitapçılıkta irticaı temsil eden mikroptur,” diye devam ediyor. Hazretin bütün yazdıklarını naklederek sahafları üzmek istemem. Yine de şu paragrafını iktibas etmekten kendimi alamıyorum:
“Üşenmezseniz bir gün Bayazıt Camii’nin arkasından Kapalıçarşı’ya giden yola sapınız. Şu tersine çevrilmiş kepenkler üstünde yaprakları kopuk murdar kâğıt tomarları yok mu? Dünya dörtnala ilmi kovalarken sahaf bizi işte bu süprüntü yığını içinde yaşatmıştır.”
H H H
Şu işe bakın! Adam, sahafların alıp sattıkları yazmalara, eski harfli basma kitaplara, vakfiyelerden fermanlara, levhalara kadar çoğu belge olmanın yanı sıra aynı zamanda sanat eseri niteliği taşıyan her çeşit değerli evraka “süprüntü” diyor. Sanki sahaflar, ilmi kovalayanlara dur demişler! Sanki Sahaflar Çarşısı’nın kapılarına kilit vurulduğu takdirde “müsbet ilimler” şıpınişi gelişecek! Sahaf ne kudretli adammış ki, bütün bir milleti “süprüntü yığını” içinde yaşatmış.
Safsata dedikleri böyle bir şey işte!
Peki, sahaflar ne işe yararlar? İsterseniz, Turkuaz Sahaf’ın sahibi Emin Nedret İşli’ye kulak verelim, bakalım ne diyor?
“Sahaf, edebiyat, tarih, siyaset, sosyoloji, felsefe, müzik, din, dil ve kültür alanları da dâhil olmak üzere pek çok konuda kitap, belge, fotoğraf, süreli yayın, yazılı ve basılı malzeme gören, bilen, hafızasına kaydeden, devşiren kişidir. Büyük bir siyaset adamının mektubu, ünlü bir şairin el yazısı, imzalı, ithaflı bir kitabı ya da yok olmuş, yıkılmış bir binanın fotoğrafı, hanedan bir ailenin albümleri, toplumda önemli etkileri olmuş bir kuruluşun arşivi; belgeler, fotoğraflar, kitaplar, hep sahafın elinden geçer, dükkânında bulunur. Sahafa ulaşmayan malzeme gerçekte kaybolan, kâğıt fabrikalarında hamur yapılan, sobalarda yakılan veya kömürlüklerde çürüyüp kerpiç haline gelin, yok edilen tarihtir. Bir çeşit ‘kâğıt arkeoloğu’ diyebileceğimiz sahaf eline geçen nadir malzemeyi kimi zaman kömürlükten çıkarır, kimi zaman tavan arasından indirir. Sokağa atılanı, hurdacıya satılanı, kâğıtçıya karton yapılmak üzere verileni veya elverişsiz koşullarda saklanıp, terk edilip çürüyeni kurtaran, akademisyenlere, araştırmacıya, bilim insanlarına, koleksiyoncuya ulaştıran hep sahaflık mensuplarıdır.”
Yukarıda naklettiğim uzun paragrafı, Nedret İşli’nin Sahafnâme adıyla Kırmızıkedi tarafından yayımlanan kitabının önsözünden iktibas ettim. Bu önsözün tamamını, sahaflığın ne demek olduğunu ve sahafların eski kitaplar, tozlu ve rutubetli kâğıtlarla inşa ettikleri dünyanın mahiyetini öğrenmek isteyen bütün meraklı okuyucularıma tavsiye ederim.
Nedret İşli, sadece sahaf değil, aynı zamanda elinden geçen nadir ve ilgi çekici malzemeleri mümkün olduğunca değerlendiren bir yazar ve araştırmacıdır da. Zaman buldukça kaleme aldığı yazıları çeşitli dergilerde yayımlamıştır. Zamanla biriken bu yazılardan bir seçmeyi “Mazruf”, “Kitaphane”, “Portre” ve “Efemera” başlıklarıyla dört bölüm halinde tasnif ederek kitaplaştıran Nedret İşli’nin kültür ve edebiyat tarihimize ciddi katkılarda bulunduğunu düşünüyorum. Çoğu mektuplardan hareketle kaleme alınmış yazılardan oluşan birinci bölümün “Orhan Veli’nin Gizli Takipçisi” başlıklı ilk yazısında, İbnülemin Mahmud Kemal’in Orhan Veli’ye yazdığı hicviyeyi tebessümlerle okuyacaksınız. Hasan Âli Yücel’in Nahid Sırrı Örik’e ve Sahaf Ahmet Hamdi Tanyeli’ye yazdığı mektuplar da dikkate değer.
***
Birbirinden ilgi çekici konularda görsellerle zenginleştirilmiş otuz yedi yazının yer aldığı Sahafnâme’deki bütün yazılardan söz etmek isterdim. Bunun için yerim müsait değil, ama “Reşat Ekrem Koçu’nun Feryadı” başlıklı yazıya değinmezsem içim rahat etmeyecek. Bu yazıda, hayatını Türk tarihine ve kültürüne adayarak devasa bir külliyat vücuda getiren yazarın yayıncılar tarafından nasıl sömürülmek istendiğini gösteren bir belge yer alıyor. Net Kitabevi’nin sahibi, bir kitabı için Reşat Ekrem’e şöyle bir sözleşme dayatmış: “Esirci Başı namile yazmış olduğum romanın basım ve satım haklarını Net Kitabevine sattım. Ve bedelini tamamen aldım. Kitabevi bu eserden dilediği zaman dilediği kadar basmakta serbest olacak ve bütün hukuku kendisine ait bulunacaktır.”
Reşat Ekrem, bütün hakların yayıncı lehine ifade edildiği bu sözleşmede bazı satırlarının altını dolmakalemle çizmiş. Metnin hemen altına düştüğü notta şöyle bir cümle var: “Türkiye’de fikir erbabı esir pazarında satılan esirler değildir.”
Evet, Sahafnâme kaliteli bir kâğıda özenle basılmış, zevkle okunan bir kitap. Kitapseverlerin dikkatine...