28 Şubat öcü mü ki geri gelsin!
'En karanlık günler geride kaldı' cümlesini, ‘bin yıl sürecekti ama üç-beş yılda bitti, askeri vesayet sizlere ömür, mevtayı kimse diriltemez artık’ diyenlerden duysanız, altında hinlik aramazsınız.
Ama vesayetin henüz bitmediğini, tehlikenin sinsice sürdüğünü, hortlamak için alttan alta fırsat kolladığını telkin edip duran biri söylüyorsa, ‘bir dakika, bu işte bir iş var’ demez misiniz?
Postmodern darbenin üzerinden 20 küsur yıl geçti. Yıldönümünde hala ‘28 Şubat melaneti ölmedi yarı canlı yaşıyor mu, yaşamıyor mu’ sorusuna cevap aramakla kalsak hadi neyse de...‘Bugünler o günlerden iyi mi, daha mı kötü’ kıyaslamalarına meydan verecek yöntem ve propagandalarla atbaşı gidiyor bir de.
Vesayetçi kafanın utanç manşetlerini hatırlatarak bugünün ayıplı manşetlerini mazur gösterip haklılaştırmaya çalışmak, can sıkıcı değil mi?
Bir ayıpla başka bir ayıp kapatılabilirmiş gibi...
Kötünün iyisi iyiymiş, az kötüyle yetinmek zorundaymışız, kötülük içermeyen daha iyi bir seçenek mümkün değilmiş gibi...
‘En kara günler geride kaldı’ lafı, kimi ağızlardan döküldüğünde işte böyle bir teklif saklıyor altında. Ehven-i şer yani iki şerden daha hafif olanını seçme teklifi.
‘İki şer arasında seçim yapmaktan başka bir şansımız neden yok, şersiz şirretsiz gazeteciliğin canı mı çıktı’ sorusu, tepede asılı durmuyormuş gibi...
‘En korkunç günler geçti’ derken, bugünkü manşetlerin o günkülerin korkunçluğuyla kıyaslanamayacağı ima ediliyor.
Cümlenin muradı açık, anlatılmak istenen belli. Amaç bugünkü eleştirileri ve rahatsızlıkları, kendini düzeltmeden bertaraf etmek. ‘Beterin beteri var’ mantığı, beterlerden daha hafif olanını doğru ve haklı kılarmış gibi...
Rahmetli Demirel’in sözüdür, “Dünkü güneşte bugünün çamaşırları kurutulmaz” oysa.
Dünün yanlışları, bugünün yanlışlarını doğru yapmıyor, yıkayarak aklayıp paklamıyor.
Siyasete antidemokratik müdahalelere çanak tutmuştu o günkü kartel manşetleri. Baskı ve dayatmalarla toplumu cendereye alma, hizaya getirme projesinin yüklenicisi, taşeronuydu baskın medya. Vesayetin yalan rüzgarlarını estirerek, kara propagandalarla terörize ederek siyaset ve toplum mühendisliğine su taşımıştı. Vesayet rejimine boyun eğmeyen gazeteciler de rezil psikolojik harp saldırılarına hedef olmuştu. Ve kendi arkadaşlarına karşı hazırlanan andıç skandallarına bile alet olmaktan sıkılmamıştı yüz karası manşetler.
Başörtüsü yasağıyla mücadele, düşünce ve ifade özgürlüğü mücadelesiyle kol kola yürüyordu. Dünyadan destek ve dayanışma aramayı ülkesini dış güç gavuruna şikayet, karalamak ve kötülemek olarak sunan bir medya yine vardı.
“Ya sev ya terk et” sloganları, gazete ve TV’lerde yine pompalanıyordu.
Fakat Batı demokrasilerinden alınan sıkı destek olmasa, vesayet ne geriletilebilir ne de yenilebilirdi.
Mağdurlarla insan hakları aktivistleri vatana ihanet suçlamalarına aldırsaydı... İhlalleri, kötüleşmeleri, hukuksuzluk ve yasakları ‘iç meselemiz, devletimiz ne yapsa hakkıdır, sever de döver de’ deyip dünya gündemine taşımasaydı...Dışarıdan taraftar toplanamaz ve 28 Şubat direnişi başarıya ulaşamazdı.
O günün hakim medya zihniyetine rağmen, manşetlerle çarpışa çarpışa kazanıldı özgürlük mücadelesi.
Türkiye, 20 yıl aradan sonra hala o manşetleri göze sokarak bugünkülere razı edilmekten daha iyisini hak etmiyor mu peki?
Ayıp değil mi ‘biz gidersek öcü geri gelir, siz bilirsiniz’ tehdidiyle korkutarak topluma gözdağı vermek? İki kötü arasında tercihe zorlamanın mazereti mi olur?
‘En kötü günler geride kaldı’ysa o öcünün çoktan gömülmüş ve cehennemi boylamış olması gerekmiyor mu?
Niye hesabı sorulmuş dünkü medya infazlarıyla bugünkü yargısız infazlar arasında sıkışıyoruz, dünden bugüne ne değişti, var mı haksızlığın inandırıcı bir açıklaması?