Gelgitlerimiz
Bir yanımız Amerika’ya, AB’ye meydan okumayı seviyor. İçimizdeki “bağımlılık-alttan alma” psikolojisini yırtıp atmış oluyoruz. Hatta “meydan okuma” gibi bir tavrın yakıştırılmasından da içten içe sevinç duyuyoruz.
- Bir yanımız kaygılı. Gene de bir “bağ”ın kalmasını ister gibi. “Amerika ve Avrupa Türkiye’den vazgeçemez” diyor bir yanımız. Vaz geçmemesini istiyor gibiyiz. Türkiye’nin jeo-politiği, jeo- stratejisini hatırlayacağını ve Türkiye’yi Rusya’ya bırakmayacağını umuyoruz.
- Batı ile bütün bütün kavgalı hale gelmeyi istemiyor bir yanımız. Tamam, Cumhuriyet döneminin “Batı yanlısı” çizgisini benimsemiyoruz ama, aklımızın bir kenarında da “Batı ile ilişkinin stratejik bir tercih” olduğu düşüncesi saklı.
- Bir yanımız Trump’ı “Başka bir Amerika” olarak görmeyi arzuluyor. Trump’tan “Bize göre bir Amerika” çıkarma ümidini saklı tutuyoruz. Bu da Amerika’dan bütün bütün vaz geçmeme alt eğiliminin yansıması olarak saklı içimizde.
- Bir yanımız Amerika’ya karşı Rus kartını oynamayı bağımsız dış politikanın bir uzantısı olarak görüyor. “Tek başına kalmak” istemiyoruz. Ama içimizde bir yerlerde “Rusya’nın da tekin olmadığı” gibi bir kaygı saklı. Rusya’nın da eline düşmek istemiyor bir yanımız. Rusya’nın geçmişten bugüne seyreden çizgisini okuduğumuzda, nerede nasıl durduğuna baktığımızda işin S-400 piyasasından daha geniş bir alanı kapsadığını görüyoruz ve ihtiyat duygularımız depreşiyor.
- Bir yanımız gönül coğrafyası ya da stratejik derinlik, diyor. Davutoğlu oluyor, Erdoğan oluyor. Bir yanımız “Güç değerlendirmesi” yapıp, “Aman dikkat” kulvarında yürüyor, zaman zaman masa altından ayağımıza vurarak uyarıyor. Gül yaklaşımı oluyor.
- Bir yanımız dünyada bir yerlerde “Osmanlı’yı oynuyor bunlar” diye değerlendirmeler yapılıp “Tehlike” anonsları geldiğinde Davutoğlu ve Erdoğan’ı ayrıştırıp, Davutoğlu’nu kurban verip kurtulmayı düşlüyor, buna mukabil okların hedefi Erdoğan’a çevrildiğinde hesabın kişilerle sınırlı olmadığını görmemeyi tercih ediyor.
- Bir yanımız Batı dünyası ile sanıldığından daha geniş alanlarda içiçe geçmişliğimiz olduğunu düşünüyor, “Kopuş”un bedelinin ağır olacağına inanıyor, bir yanımız “Varsın olsun, kötü komşu insanı mal sahibi yapar, biz de kendi göbeğimizi kendimiz keseriz” özgüvenini seslendiriyor.
- Bir yanımız Patriot’u, F-35’i istiyor, bir yanımız “Vermezlerse vermesinler” diyor.
***
Adalet Partisi iktidarlarının Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in “Anıları”nı okuyorum birkaç gündür. 1965 seçimlerini AP kazanıyor ve Çağlayangil Dışişleri Bakanı oluyor. Tanju Cılızoğlu’nun derlediği Anıları’nda dış politika perspektifi olarak şunu yazıyor:
“Programımız uyarınca, blok siyasetini, yani Batı ve NATO nasıl hareket ederse biz de öyle davranmayı bırakacaktık. Yükümlülüklerimizi unutmadan, ahde vefa ilkesinden ayrılmadan bütün komşularımızla, özellikle kendileriyle dini ve manevi ilişkilerimiz bulunan Müslüman devletleriyle iyi ilişkiler kuracaktık.” (s. 156)
Ben bütün gazetecilik hayatım boyunca Batı ile yaşadığımız gelgitleri hatırlıyorum. Milli Mücadele de Batı ile hesaplaşmadır, ama Mustafa Kemal, sonuçta Batı ile iyi geçinmeyi stratejik çizgi olarak benimsemiştir. Onun da içinde bir “İslam dünyası” vardır ama, gelinen “mazlumiyet ortamı”nda bir blok oluşturmak ihtimal dahilinde değildir.
Geldik Erbakan Hoca’lı, D-8’li yıllara… Geldik Erdoğan-Gül-Davutoğlu’lu Batı ile kavga etmeden geliştirilmesi amaçlanan “Gönül coğrafyası” söylemli yıllara.
Amerika’yı Rusya ile dengeliyoruz. Henüz bir İslam ülkesi diğer İslam ülkesini tahkim edecek güce ulaşmış değil. İslam dünyasını da İslam dünyası haline getirebilmiş değiliz. Ya da İslam dünyası bir “Dünya” haline gelebilmiş değil.
Evet, Çağlayangil de diyor ki, Türkiye’nin kendine özgü öncelikleri var, olmalı. “Blok siyasetine kilitlenmemeliyiz.”
Ama ben uzun dönem Başbakan olarak Türkiye’yi yöneten Demirel’in, Batı’nın sergilediği çarpık politikalar karşısında “Bu müttefikliğe sığar mı?” türünden yakınmalarını da hatırlıyorum.
S-400’ü aldık. Bu Batı’ya bir tavır. Ama bir başka emperyal güç ile buluşarak. O taraftaki kaygıları saklı tutarak.
İçimizdeki gel – gitlerden kurtulabilmek için gerekli olan tek şey güçlenmektir.
Bunun potansiyeli bu ülkede var. En başta insan unsurundaki zenginlik olarak var. Zamanı bu insan unsurunu kalite ile donatmak için kullanabilirsek, füzemizi de yaparız, uçağımızı da…
Bunun için de içerde barış iklimini tahkim etmek olmazsa olmaz bir gereklilik.