Brüksel anlaşmasında kritik noktalardan biri, haziran ayında AB’nin Türkiye vatandaşlarına vize serbestisi uygulayacağına ilişkin karardı. Peki, heyecan yaratan bu karar ne kadar gerçekçi? Ekonomi ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi (EDAM) Başkanı ve Carnegie Uluslararası Barış Vakfı Uzmanı Sinan Ülgen kaleme aldı.
[Karar]
GÖRÜŞLER
SİNAN ÜLGEN
Türkiye ile AB arasında mülteci krizine yönelik olarak geçtiğimiz hafta Brüksel’de müzakere edilen ve Yunanistan’ın adalardaki Suriye mültecileri ana karaya taşımasıyla hayata geçirilmeye başlanan siyasi mutabakat, bugünkü şartlarda elde edilebilecek en iyi işbirliği çerçevesini oluşturmaktadır. Ama buna rağmen kısa ömürlü olmaya mahkumdur. Bunun nedeni, söz konusu pakette yer verilen taahhütlerle ilgili olarak ortaya çıkan hukuki ve siyasi belirsizliklerdir.
Uluslararası hukuk açısından bakıldığında, bu anlaşmada eleştiri konusu yapılan iki temel alan vardır ve her ikisi de halihazırda Yunan adalarında bulunan Suriyeli göçmenlerin Türkiye’ye iadesi ile ilgilidir. Öncelikle bu iadenin mümkün olabilmesi için, Türkiye’nin sığınmacılar için güvenli ülke olarak tanınması gerekmektedir. Nitekim Yunanistan birkaç hafta önce Türkiye’yi güvenli ülke olarak ilan etmiştir. Ancak Atina’nın bunu bir hükümet kararı olarak tescil etmesi, uygulamanın hukuki olarak güvence altına alınması için yeterli değildir. Türkiye-AB mutabakatının uluslararası mülteciler hukukunu ihlal ettiğini düşünen çevreler, Yunan hükümetinin bu kararını yargıya taşıyarak, Türkiye’nin 1951 Cenevre Mülteciler Sözleşmesi’ni onaylarken coğrafi bir kısıtlamaya gittiğini, Suriyeliler örneğinde olduğu gibi ülkenin doğusundan gelen göçmenlere mülteci statüsü vermediğini, bu statünün beraberinde getirdiği koruma düzeyini sağlamadığını ve dolayısıyla Türkiye’nin bu şartlarda mülteciler için güvenli ülke olarak tanınamayacağını iddia edeceklerdir.
AB ülkelerini ziyaret etmek isteyen vatandaşlarımızın maruz kaldığı ayrımcı muameleye son verilmesi uzun zamandır elde edilmeye çalışılan bir hedeftir.
Ancak hukuken belki daha tutarlı bir itiraz Yunanistan’ın durumu ile ilgilidir. İşbirliği paketi, Yunan adalarındaki Afganistan, Pakistan ve hatta Fas vatandaşları gibi ekonomik saiklerle Türkiye üzerinden yasadışı yollarla AB topraklarına ulaşmaya çalışan göçmenlerin yanı sıra, ülkelerindeki iç savaş durumu nedeniyle siyasi iltica hakkı bulunan Suriye vatandaşlarının da Türkiye’ye iade edilmesini içermektedir. Ancak uluslararası hukuk, bu iadenin toplu bir işleme konu olamayacağını, herbir Suriyeli göçmenin dosyasının bireysel olarak değerlendirilerek karara bağlanması gerektiğini söylemektedir. Oysa ki mevcut durumda Yunanistan’ın bu değerlendirmeyi gerekli hukuki standartlar ölçüsünde yapacak bir idari ve kurumsal hazırlığı bulunmamaktadır. Bu nedenle Yunanistan idaresinin alacağı herbir iade kararı da Yunan mahkemeleri ve/veya Avrupa Toplulukları Adalet Divanı önünde hukuki bir itiraza konu olabilecektir.
Öte yandan Türkiye-AB işbirliği paketinin bütün boyutları ile hayata geçmesinin önünde siyasi zorluklar da vardır. Bunların başında da Türkiye’nin en önemli beklentisini oluşturan vize muafiyetinin sağlanmasına ilişkin güçlükler gelmektedir.
Gerçekten de AB ile varılan uzlaşmada, Türk hükümeti bakımından en değer taşıyan taahhüttün, Türk vatandaşlarına uygulanan vizelerin haziran ayında kaldırılması olduğunu söylemek yanıltıcı olmaz. Zira AB’den gelecek finansal yardım veya AB tarafından kabul edilecek Suriyeli göçmen sayısı gibi konular, nihayetinde Türkiye’de bulunan Suriyeli mültecilerin hayat şartlarının iyileştirilmesi ile ilgilidir. Oysa ki vize muafiyeti doğrudan Türk vatandaşlarını ilgilendirmektedir. AB ülkelerini ziyaret etmek isteyen vatandaşlarımızın maruz kaldıkları bu ayrımcı muameleye son verilmesi gerçekten de uzun zamandır elde edilmesine çalışılan bir hedeftir.
Ancak mutabakat metninde bu hedefin şartlı olacağı ifade edilmiştir. Bu şartların neler olacağı önceden belirlenmişti. Daha 2013 yılında başlamış olan “vize diyaloğu” sürecinde bu 72 kritere açıklık kazandırılmıştı. Ancak AB’nin bugüne kadar benimsemiş olduğu uygulamada, bu kriterlerin yerine getirilip getirilmediğini Avrupa Komisyonu değerlendirmektedir. Ve Komisyon genellikle üye ülkelere vizelerin kaldırılması yönünde tavsiyede bulunurken ilgili üçüncü ülkenin anılan kriterleri yeterince yerine getirdiğini söylemiştir. Sırbistan ve Makedonya gibi ülkelere vize kaldırılırken bu kurumsal esneklikten yararlanılmıştır. Ancak gelinen noktada Türkiye için daha farklı bir ilke benimsemiştir. Siyasi mutabakat metninde vizenin kaldırılmasının Türkiye’nin bütün kriterleri yerine getirmesine bağlı olacağı belirtilmektedir. Biyometrik pasaportların çıkartılmasından, AB standartlarında bir Kişisel Verilerin Kanunu’nun kabulüne, Kıbrıs dahil AB ülkelerine uygulanan ayrımcı vize politikalarına son verilmesinden etkin bir yolsuzlukla mücadele stratejisinin hayata geçirilmesine kadar çok sayıda kriterin haziran ayına kadar yerine getirilmesi gerekli olacaktır. Üstelik bu hedeflerden bazıları da yorum açıktır.
Vize muafiyeti konusunun karara bağlanması beklenen haziran ayında Türkiye ve AB arasında yeni bir mini-krizin yaşanması olasıdır.
Örneğin Kişisel Verilerin Korunması Kanunu TBMM’de kabul edildi ancak yasanın öngördüğü Veri Koruma Kurulu’nun bağımsız olmadığı veya kolluk kuvvetleri ve istihbarat teşkilatına kişisel verilere erişimlerinin yeterince sınırlanmadığı ve Türkiye şartlarında denetlenemediği gibi gerekçelerle AB üyeleri tarafından itiraz edilebilecektir.
Üstelik birçok AB ülkesinin iç siyasi dinamikleri, Türkiye’ye vize muafiyeti verilmesini zorlaştırmaktadır. Tam aksine birçok ülkede popularite kazanan İslam ve göçmen karşıtı aşırı sağ partiler, iktidarların bu kararı almalarını güçleştirmektedir. Brüksel’de vuku bulana benzer terör eylemleri de keza aşırı sağ partilere güç kazandırmaktadır. Türkiye’nin demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü konularında AB’de gittikçe daha fazla gündeme oturan eksiklikleri de nihayet bir diğer önemli engeldir.
Bu değerlendirmenin ışığında, Türkiye ile AB arasındaki siyasi uzlaşmanın bütün boyutları ile hayata geçirilmesinde önemli engeller bulunduğu görülebilecektir. Önümüzdeki birkaç hafta görülebilecek her türlü iyi niyetli gayretlere rağmen, vize muafiyeti konusunun karara bağlanmasını beklendiği haziran ayında, Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir mini-krizin yaşanması olasıdır. Bu ortamda AB söz konusu yükümlülüğünü ertelemeye çalışacaktır. Türkiye ise bu kez siyasi arka planın daha gerçekçi bir analizini yaparak, ya AB’ye yönelik taahhütlerinde bir indirime gidecek ya da pakete başka kazanımlar dahil etmek suretiyle yeniden denge kazandırmaya çalışacaktır. Ama sonuçta önümüzdeki kısa vadede mülteci krizinin Türkiye-AB gündeminde yeniden hakim bir yer işgal edeceği açıktır.