Akademik çalışmalarına Hindistan Amity Üniversitesi’nde devam eden Abdulkadir Aksöz, ticaretten terörizme kadar her alanda etkileri gittikçe daha sert hissedilen uluslararası ilişkilerdeki ‘uyum’ problemlerini analiz ediyor.
ABDULKADİR AKSÖZ
Bugün, uluslararası siyasette karşı karşıya kaldığımız temel problematiklerin başında uyum sorunu gelmektedir. Uyum, uyumlaştırma ve uygunluk tezleri, pek çok farklı perspektiften ele alınabilecek kavramsallaştırmalar olmakla beraber, siyasetin global düzlemde tecrübe ettiği sıkışma ve daralmayı açıklama konusunda dikkatle irdelenmesi gereken argümanlardır. İçinde bulunduğumuz siyasal düzen, karşılıklı bağımlılık ve rekabet çerçevesinde şekillenirken geleneksel Westphalia sisteminin temel parametresi olan askeri güvenlik aksına yeniden kayış göstermektedir. Böylesi bir durum ‘terörizm’ gibi etkiselliği yoğun ve kapsam dairesi geniş olan bir sorunu küresel dünyanın ‘uyum problemi’ bağlamında merkeze taşımaktadır.
Küreselleşmenin sınırsızlığı toplumları dönüştürmeye hızla devam ederken arkasında derin enkazlar bırakmaktadır. Çoğulculuk, çokkültürlülük ve özgürlük gibi uluslararası arenadaki genelleştirilmiş alanların varlığı, lokal tepkileri doğurmaktadır. Küresel güçlerin dünyaya yön ve nizam verme eğilimlerinin uluslararası sistem içerisinde daima var olduğu bilindiğinde, küreselleşme ile meydana getirilen çok boyutlu uyumlaştırma çabalarının gayesi anlaşılabilir. Uluslararası uyumun küresel güçlerin çıkarları doğrultusunda biçimlendirilmek istenmesi küresel dalgaya karşı farklı alternatif yolları deneyen ve/veya yerelleşmeyi tercih eden devletleri uluslararası uyumun dışına taşımaktadır. Uluslararası sisteme entegre olmayan veya olamayan devletler ile kendine has ‘uygunluk’ stratejisi geliştirmek isteyen devletler, yaşadığımız ‘şiddetli zamanın’ faturasını ödemek zorunda bırakılmaktadır. Terörizm bu bağlamda uluslararası uyumu tehdit eden devletler üzerinde keskin bir kılıç gibi işlevsel hale getirilirken mevcut yapıyı tehdit eden gerilimin uluslararasılaşmasına da zemin hazırlamaktadır.
Çelişkili ilişkilerin yoğun olarak görülmesinde yatan sebeplerden birinin devletler bazındaki ‘karşılıklı güvensizlik’ olduğu belirtilmelidir. Güçlü ekonomi ve ulusal bilinci öne alan devletlerin yükseliş trendi, II. Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası düzenin ‘galip’ aktörlerini endişelendirmektedir. Galip devletlerin çıkarlarının sürdürülebilirliği üzerine inşa edilen uluslararası uyum, mağlup ve üçüncü dünyanın ülkeleri tarafından tehdit edilmektedir. Bu durum, ittifak halindeki devletlerarasında bile güvensizlik faktörünü canlandırmakta ve kuşkuculuğu tetiklemektedir. Var olan düzenin hakim devletleri, kendi refah ve siyasal bağlamdaki üstünlüklerini konsolide etmekte zorlanmaktadırlar. Ancak sistem içerisine yerleştirilen ve bir bakıma bugün var olan uluslararası uyumun ‘‘emniyet supabı’’ haline getirilen terörizm, tepki olarak yükselen devletlere karşı ‘uyumun muhafızlığı’nı üstlenmektedir. Ekonomik refahı yükselişe geçen devletlerin, hâkim güçlerin çıkarlarıyla uyuşmaması ‘doğal seleksiyonu bozma’ ve ‘tabiat kurallarına aykırı’ bir sisteme yönelme olarak okunmaktadır. Küreselleşme ile hâkim güç pozisyonlarını sürdürme kararlığındaki ‘egemenler’, karşılarına çıkan yerelleşme eğilimini aynı yerellik içerisinden çıkarılan terör grupları ile bir çatışma ortamı içerisinde bozguna uğratma çabaları uluslararası uyumun bozulmaması adına yapılmaktadır.
Karşı karşıya bulunduğumuz uluslararası uyum problemi, refleksif tepkileri hızlandırılmış terör saldırılarıyla birlikte okunmalıdır. Uluslararası uyumu ve devletler dengesini bozduğu iddia edilen/savunulan pek çok terör örgütü (El Kaide, Boko Haram, DAEŞ, PKK, PYD, Taliban, Leşker-i Tayyibe vb.) aslında uluslararası uyumun devamlığı için ‘kritik’ rol üstlenen birer kurtarıcıdırlar. Zira terörizmin etkiselliği, kullanımındaki esnekliği ve sorumluluk üstlenmeden kolaylıkla kullanılabilmesi mevcut uyumun sürekliliği için eşi bulunmaz bir önem arz etmektedir. Ahlaki değer yargılarından tamamen sıyrılmış büyük devletlerin sistemi yönetme ve koruma dürtüsünün teşvik ettiği terörizmle uluslararası uyum sorununu anlamak mümkündür. Uyum ve uyuma karşı duran devletlerarasındaki sıcak çatışma terörizm ile kendisini açığa çıkarmaktadır.
Savaşın ve savaşla tehdidin uluslararası hukukta suç sayılması ve uyuşmazlıkların barışçıl yollarla çözümlenmesine dair Birleşmiş Milletler Antlaşması yaşanabilecek büyük çaplı çatışmaların önüne set koymuştur. Ancak güvenlik ve istikrarın teminatı olarak kurulan Birleşmiş Milletler, bugün uluslararası barış ve düzeni sağlamakta yetersizdir. Zira son yıllarda ortaya çıkan tablo, sorunlu bölgelerde çıkan çatışmaların devlet-devlet arasında olmayıp devlet-terör grupları arasında yaşandığıdır. Uluslararası ilişkilerin meşru aktörü olan devlet ile karşısında yer alan ve sistem içinde herkes tarafından kabul edilmiş ortak bir tanımı bulunmayan ve kimine göre terörist kimine göre özgürlük savaşçısı olarak adlandırılan terörist gruplar arasındaki çatışma sarmalı, güvenlik sorunsalının boyutunu gözler önüne sermektedir. Askeri metodolojinin ve savaş stratejilerinin terörizm merkezli olarak yeniden yapılandırılması ve değişime uğraması güvenlik paradigmalarında radikal dönüşümlere zemin hazırlamaktadır. Kan, şiddet ve korku üçgeninde sivil ve askeri merkezlere gerçekleştirilen sabotaj, suikast, intihar vb. saldırılar ile devlet aygıtının hassas kılcal damarlarına nüfuz eden terör eylemleri, güvenlik açmazına (security dilemma) neden olmaktadır. Böylesi bir durum devletlerin acil koruma kalkanını devreye sokarken barış ve özgürlük kavramlarının uluslararası alandaki muğlaklığı ve hakim güçlerin keyfiliğine bağlı olarak modifiye edilmesi, terörizmi uluslararası bir ‘pazar endüstrisi’ haline dönüştürmektedir.
Bir endüstri aracı olarak terörizmin anatomisini ortaya koymak zor olmakla birlikte terörle mücadele eden devletlerin yaşadığı kuşatılmışlığı zikretmek gerekir. Uluslararası hukuk normları ve insan haklarına saygılı olma prensiplerine bağlı olması beklenen devletler ile çatışma içerisine girdikleri terör gruplarının hiçbir norm veya ahlaki değere bağlı kalmaksızın hareket etmesi ve eylemde bulunması mücadeleyi zorlaştırmaktadır. Uluslararası ahlak adına ‘sözcülük’ yapan muktedir siyasal güçlerin etik konusuna var olan uluslararası uyumu korumak için seçici davrandıkları dünyanın gözleri önündedir. Kendi silahları ve askeri kanalları savunma amaçlı ve iyi niyetli olarak gösterilirken uluslararası uyuma baş kaldıranların saldırı amaçlı ve kötü niyetli olarak gösterilmesi uluslararası müşterek güvenlik ve barış vizyonunun kartondan yapısını ortaya koymaktadır. Bu bağlamda revizyonizmin devletler nezdinde uygulama platformunun terör grupları eliyle gerçekleştirilmeye çalışılması da tesadüfi değildir.
Devletleri tehdit eden terörizm, eylemsel yönü bir kenarda tutulduğunda büyük bir endüstri olarak yükselmektedir. Ekonomi, din, kültür, basın ve sosyal medya araçlarıyla konsolide edilen terör grupları her şeyden önce moralini maksimize etmekte, illegal yapısını meşrulaştırma zemini yakalamakta, sesini duyuracağı bir kanal bulmakta ve nihayetinde yeni üyeler kazanmaktadır. Radikalize edilen etnik ve din tandanslı terör grupları, uluslararası anarşinin psikolojik baskısını da arkasına alarak devletlere saldırmaktadır. Ulusal güvenliği tehlikeye giren devletlerin askeri tepkileri üzerinden oluşturulmaya çalışılan ‘diplomatik kıyım’, uluslararası hukuka saygı ve evrensel değerlerden ödün verilmeden mücadele edilmesine yönelik ‘‘taarruzlar’’ da terör endüstrisinin bir parçasıdır. Zira terör grupları ile yapılan olağanüstü ve alışılagelmedik mücadele devlet terörü kavramsallaştırmasına zemin hazırlamaya dönüktür. Böylelikle baskıcı ve otoriteryanizm vurgusu köpürtülerek meşru ulusal savunma stratejileri ile alınan önlemler uluslararası arenada itibarsızlaştırılmakta ve hukuksuz olarak değerlendirilmektedir.
Türkiye gibi terörizm ile uzun ve periyodik mücadelesi devam eden ülkelerin yaşadığı temel problematik, uygulanan antiterör stratejilerinin hangi kalıba oturtulursa oturtulsun uluslararası karşılığının negatif kutuplu gösterilmesidir. Terörizmi bir pazar endüstrisi ve Türkiye başta olmak üzere birtakım ülkelerin bu endüstrinin büyüme sahası olarak planlanması boşuna değildir. Uluslararası çıkar dengelerinin hassas bir terazi üzerinde bulunması, kefelerdeki yükselen güçlerden birinin ön plana çıkmasını engellemeyi zaruri kılmaktadır. Küresel muktedir güçler, liberalizmin ‘‘laissez-faire’’ yani bırakınız yapsınlar anlayışını terörizme de uygun hale getirerek makropolitik çıkarlarının devamını terör endüstrisinin sürekliliğine endekslemişlerdir. Böylesi bir tablo, terörün uluslararası sistem içerisinde yeni bir denge aracı olduğunu ve sürekliliğinin bir endüstriyel fabrika sistematiğine bağlandığını kanıtlamaktadır. Bu anlamda, sonuç olarak terör sorunu kronikleşen devletlerin uluslararası uyumun tehdit radarları içerisinde yer almasının tesadüfi olmadığı belirtilmelidir.